Radikal Kültür Sanat
22/07/2003
Ege’de ormanlar, zeytinlikler yakılıyor, Ayvalık’ta Sarmısaklı plajı çarpık yapılanmanın ve devlet kamp-larının kıskacında son demlerini yaşıyor, Migros ve dev bir benzin istasyonu vahşi kapitalizmin anıtı olarak zaferini kutluyor ve insanlar tatil yapıyor…
Bunlar, her şeyden önce Türkiye’deki insan imgeleminin ve düşünsel gücünün iflasını gösteriyor. Kültürünü tüketime teslim etmiş bir imgelem ve düşünüş biçimi her yönden posasını kusuyor.
Üç olgu/olay belirleyici kanıtlar veriyor:
Birincisi Eurovision: Türkiye için çelişkili bir sözcük; bir yandan küresel popüler kültürün etkinliği olarak gündeme oturuyor, bir yandanAvrupa ve vizyon sözcüklerinden oluştuğu için, Türkiye’nin AB’ye girmesinin metaforu… Bu düşü gerçekleştirmek için popüler müzik yarışmasının etkili olabileceğini iddia edenler var! Medya, popüler kültür sanayiinin aktörleri, kitleleri aldatmakta başarılı oluyorlar, doğrusu…
İkincisi: Reklam/medya birlikteliğinin yeni yavrusu, ‘alaturka’ kavramından türetilmiş Cola Turka da benzer bir çelişkiyi içeriyor; kavramlar gerçeği ele verir! Yeni imaj yaratmak için, Batı’nın çarpık belleğine yerleşmiş, oryantalizm kalıntısı imajı yeniden kullanıma mı sokmak gerekir? Eski imaj böyle mi sollanır? Tüketim düşlerinki ulusun egosu kalkındırılıyor…
Arka planda da, son zamanlarda olmazsa olmaz sayılmaya başlayan, ‘dünya markası olma’ düşü… Marka yaratmak için kullanılan imgelere bakar mısınız? Birisi, bugün dinle yarın unut bir şarkı, Madonna/JL/ Harem Suare kopyası bir klip, ötekisi, ABD emperyalizminin yozlaşmış içkisiyle sulandırılmış/tatlandırılmış Türk kimliği…
Üçüncüsü, Aynı Rand konusu: 20. yy’ın ikinci yarısına damgasını vuran liberal ya da Marksist düşünürler bir yana bırakıldı, modernizmin ırkçı yüzünü ve katıksız bireyselliği savunan sıradan bir yazar üstüne konuşmak zorunda kalıyoruz!
Baştan çıkarılan tüketiciler
Bu üç olaydan geriye şunlar kalıyor: Bu işten çok para kazananlar (sanayiciler, yapımcılar, reklamcılar), her zaman para harcamak zorunda olan, yalnız para harcamakla kalmayıp, zihinsel ve ruhsal olarak baştan çıkarılan tüketiciler ve de bu ‘aldatıcı kültür’ karşısında hızla ve sürekli alan yitiren ‘yaratıcı kültür’ ve ‘yaratıcı düşünce’. Şu soruya ‘evet’ den başka yanıt yok: Ülkenin ‘yaratıcılık’ alanı tüketim, reklam, pop müzik dünyasından mı oluşmaktadır?
Küresel ekonominin yerli aktörleri, ufukta görünen yeni pazarlara ağızları sulanarak, kolları sıvadılar ve 21.yy Türkiye’sinin kültürünü tüketim/eğlence ütopyaları üstüne kurmaya başladılar. Başaracaklar… Yaratıcı kültür adına, avundurucu bir gerçeği, etkili olacağına inanmamama karşın, burada dile getiriyorum: Eğlence/gösteri sanayii ‘yaratıcı kültür sanayiinin’ sülüğüdür. En başta, kitleyi sığlığın boşluklarına çekmeye uğraşan aktörlerin hedefledikleri AB’nin öngördüğü kültür ikliminde belirleyici işlev taşımak için, sanatın düşünsel ve kavramsal kaynaklarını sürekli zenginleştiren üretimleri beslemek, kalkındırmak ve ihraç etmek gerek. Bunlarsız küresel kültür ortamına çıkılamıyor ama bu işleri yapmak zaman alacak ya, kestirmeden bir Türk klasiği uygulanıyor: İşin zor kısmını sollayalım, arka kapıdan içeri sızalım…
Anımsayalım, Türkiye’de doğmuş olup da ulusararası çapta ün yapmış birkaç adı bir aklımızdan geçirelim: Modernist şiirde Nâzım Hikmet, çağdaş müzikte Bülent Arel, sinemada Yılmaz Güney. Bu sanatçıların ortak yanı nedir? Siyasal, ekonomik ve kültürel nedenlerle Türkiye’de yaşayamayıp, başka ülkelerde yaşamış olmaları! İhraç ettiğimizi sanabiliriz, ama postmodern süreçte ortaya çıkan Hüseyin Çağlayan, Kutluğ Ataman, Ferzan Özpetek, Haluk Akakçe, Ayşe Birsel gibi ünlülerin ortak yanı nedir? Başka ülkelerde yaşıyor ve çalışıyor olmaları. Bu rastlantı değil; Türkiye’de yaratıcı kültürü ve bireyi küresel platforma taşıyacak yatırım, altyapı ve istenç yok!
Dünya kültür platformunda varlık iddia etmek için yerel yaratıcılık üretimlerinin dünya ölçeğinde geçerli olmasını sağlayacak bir dizi altyapının ve bu altyapıları besleyen eşgüdümlü yatırım kaynaklarının olması gerekli. Bu altyapılar, eğitim kurumlarının dünyayla koşut eğitim programları yürütmeleri ve eğitim sonrası iş alanlarıyla ilişkide olmalarından başlayarak, bütün ülkeye yayılmış kültür merkezleri ağına kadar uzayıp gider.
Bu işlerin bir kısmı İstanbul’da kotarılıyor. Son yirmi yılda, ekonomi ve iletişime bağlı yaratıcı kültür sıçrama yaptı ve bu büyük ölçüde sanatçıların kendi çabaları ve onları destekleyen özel sektörle gerçekleşti; ancak devlet, yerel yönetimlerin kültür anlayışı bu gelişmeyle örtüşmüyor.
Bir gecede eğlence mekânlarında 900 milyar harcanan İstanbul’un gücü, kitlenin düşünce biçimini değiştirmeye, devletin kültür anlayışını düzeltmeye yetmiyor; çünkü İstanbul da ‘yaratıcı kültür’ yerine ‘eğlendirici’ kültüre yatırım yapıyor.