Sorun anlamamak için direnmekte!

Radikal Kültür Sanat
04/10/2008

Türkiye?de çağdaş sanatın başlıca sorunlarından biri, bu üretimin geniş kitle tarafından anlaşılmaması değil, aydınların görsel sanat ürünlerinin söylemini anlamaya, okumaya ve kabul etmeye direnmesinde

Geleceği gören iş

1997 İstanbul Bienali’nde bacaklarının arasına bir monitör yerleştirerek jinekoloji masasına yatan sanatçı Şükran Moral, kadına üç çocuk doğurma görevi veren zihniyete yıllar öncesinden işaret etmişti.

“Çağdaş sanat üzerine Türkiye’nin de söyleyeceği önemli şeyler varmış meğer…” 20.08.2008 tarihli Taraf gazetesinde, İtalya Kültür Bakanı Sandro Bondi’nin çağdaş sanattan anlamadığını açıklaması üstüne ‘Sanattan anlamak da başka şey canım!’ başlıklı yazısında Pakize Barışta böyle diyordu. Sanat çevrelerinin gazetelere yansıyan yorumlarıyla dalga geçen yazının sonu da kuşkucu bir yargıyla bitiyordu: “Türkiye’de çağdaş sanat olgusu, bu nedenlerle aslında tipik bir Batı modeli ithali durumunda ne yazık ki. Tartışılması gereken konu aslında budur bence ya, yine siz bilirsiniz.”
Türkiye’deki çağdaş/görsel sanat üretimini yadsıyan bu yazıyı nasıl yorumlamamız gerekir? Yazarın bilgisiz olduğunu mu düşünmeliyiz? Yoksa İtalyan bakan gibi çağdaş sanatı okuyamadığını mı? Yazıda adı geçen küratör ve sanat yazarları da bu yazıya yanıt vermedi; herhalde ‘değmez’ diye düşündüler.
Orta ve yaşlı kuşak aydınları ve akademisyenleri genelde böyle düşünüyor. Nasıl bir çağdaş sanat olsun isterler acaba? Ya da ne tür bir sanat bu kişilerin ‘sanattan anlıyorum’, ‘bu özgün bir sanat’ diyebilmelerini sağlayacaktır? Çok isterdim, bize anlatabilsinler, nasıl bir sanatı kabul edebileceklerini, onaylayabileceklerini… Ya da bundan böyle sergileri gezip hangi yapıtların ‘ithal’ olduklarını ve hangi yapıtları neden kabul edemeyeceklerini ve onaylayamayacaklarını yazabilmelerini isterdim.
Türkiye’de günümüz sanatının başlıca sorunlarından birisi, bu üretimin geniş kitle tarafından anlaşılmaması değil; çünkü bu modern sanatın doğduğu Batı Avrupa ülkelerinde de geniş ve tutucu kitle Matisse, Picasso ve Dali’de takılmış durumdalar. Sorun, aydınların ve akademisyenlerin görsel/nesnel sanat ürünlerinin kurduğu düşünsel düş ve eğretileme dünyasını ve bunları üretenlerin söylem ve duruşlarını anlamaya, okumaya ve kabul etmeye direnmeleridir; görsel sanat üretimini benimsemiyor ve desteklemiyorlar! Yaşamı modernist kurallarla sınırlanmış bir bilgiyle ve yalnız yazın, tiyatro ve sinema üstünden yorumlamaya devam ediyorlar. Burada Türkiye’deki sanat yapıtlarının değerli ve özgün olduğunu kanıtlamaya çalışmayacağım çünkü istenmese de bu üretim yarım yüzyıllık oluyor yakında…
Belleksizliğin ve direnişin karanlığında bekleyen ve birkaç yapıtı anımsatayım: Serhat Kiraz’ın 1988’de, Hareket Köşkü’nde gerçekleştirilen ‘Öncü Türk Sanatından Kesit No: 5’ adlı sergideki işi: Odanın iki duvarı üstü çizilerek sansür edilmiş Cumhuriyet gazeteleri ile kaplı; ortada 2 metre yüksekliğinde Cumhuriyet gazetesi destesini bir ‘işkence’ sıkıştırıyor. Bir duvarda yine sansür edilmiş gazete sayfaları üstüne elektrikli sandalyede oturan bir adam imgesi basılmış. Bu yapıtın başlığı ‘Günlerin İmgeleri, Bugünün İmgesi’. Yalnız Türkiye’nin siyasal-kültürel tarihi için anlamlı değil, aynı zamanda o dönemde uluslararası sanat ortamında geçerli olan yerleştirmeler bağlamında da önemli bir yapıttı…

Olacakları haber veren işler
Biraz daha ilerleyelim ve 1992’de 3. İstanbul Bienali’nde Hale Tenger’in ‘Böyle Tanıdıklarım Var’ adlı üstünde ay-yıldız olan bir Türkiye haritasından oluşan işine bakalım. Bu büyük harita Kapalıçarşı’da satılan iki pirinç heykelcikten oluşuyordu; 280 adet Üç Maymun ve 64 adet Bereket tanrısı figürü… Ulus devlet, görmeyen, duymayan, konuşmayan bir halk, erkek egemen kültür gibi ağır sorunlarımızın başarılı bir eğretilemesini sunuyordu Hale Tenger. Biraz daha ilerleyelim, Roza Martinez’in İstanbul Bienali’nde (1997) Şükran Moral’ın ‘Spekulum’ adlı performansına ve video yerleştirmesine bakalım. Moral bacakları arasına bir video monitör yerleştirerek jinekoloji masasına yattı Aya İrini’deki sergide… Kadına verilen 3 çocuk doğur görevini veya medyada paramparça edilen kadın kimliğini bundan daha doğru yansıtan başka bir görüntü olabilir mi?
Bu liste çok uzun… Bu işler olanları ve olacakları haber veren işlerdi. En umarsız izleyiciyi bile dolaylı yoldan sorunların odağına yönlendiriyordu ve bugün de görsel bellek olarak yönlendiriyor.
Günümüz sanatına 40 yıl önceki sanat değerleriyle bakmaktan kurtulamayanlar, değişmek istiyorlarsa bu işe birkaç ay verip çalışmak zorundalar… Sürrealizm yüzyıllıktır (bkz. Dali sergisi) ama değişim geçirmiştir (bkz. İstanbul Modern’deki ‘Suyun Bir Arada Tuttuğu’). Türkiye’de bu değişimi gösteren yüzlerce yapıt vardır (bkz. yukarıdaki 3 örnek ve sanatçı atölyelerinde, arşivlerde ışığa çıkmayı bekleyen yapıtlar).
Aydınların ve akademisyenlerin bu direnişi onları, bu alandaki altyapısızlık yüzünden eğitilmemiş olduğu için kınayamayacağımız kitleyle aynı zihinsel düzleme getiriyor. Aydınların, ekonomik-siyasal sarsıntıları başka bir derinlikte ve boyutta gösteren ve görsel düşüncenin ana malzemesi olan bu yapıtları en azından yadsımayacak bir zihinsel açılıma sahip olmaları gerekir. Genç kuşak aydınlar bu zihinsel sıçramaya daha açıklar; ama gençlerin kamuoyunu yönlendirmesine kim olanak veriyor ki?
Son günlerde Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ kitabının içeriğinin bir müzeye dönüşmesinin kavramsal sanat veya yerleştirme olup olmadığı soruldu, bana. Müzeyi gördükten sonra karar vermek gerekir. Bu sunumuyla yazarın düş dünyasını bir de görsel/nesnel sunması ya da müzeciliğin temelindeki koleksiyon tutkusunun dışavurumu olan ‘curiosity cabinet’in (merak dolabı) günümüzdeki örneği gibi görünüyor.
Post-modern sanatta ‘bellek’ ve ‘müze’ işleri üreten Marcel Broadthers, Joseph Beuys, Christian Boltanski vb. sanatçıların işlerindeki gibi siyaset ya da sanatla hesaplaşan bir eğretileme hedefleniyorsa, bunu ancak yerleştirme gerçekleştikten sonra saptayabiliriz. Yine de şunu anımsatmak isterim: Görsel/nesnel alanda üretim yapmak -hele Türkiye gibi bu işe sağır bir ülkede- uzun soluklu bir iştir, tıpkı roman yazmak gibi…

Şu soruları sorabiliriz şimdi:

Bir yazar neden yazdıklarını nesnel-görsel bir üretime dönüştürmek ister? Günümüzde görsel kültür sözsel kültürle sıkı bir rekabet içinde olduğundan mı? Bir romanın sinemasal olarak görselleşmesi yeterli olmuyor mu artık? Sergileşmesi ya da çağdaş sanatlaşması mı daha etkilidir? Türkiye’de de bir çağdaş sanat üretimi olduğu, bu üretimin okunması ve önemsenmesi gerektiği ancak Nobel ödüllü bir yazar bu alanda üretim yapmak istediğinde mi kabul edilecek?
Bundan böyle günümüz sanatını izliyor, okuyor ve anlıyor olmak ‘moda’ olursa şaşmayacağım. Teşekkürler Pamuk…