Şahane bir kültür ortamı!

Radikal Kültür Sanat
06/05/2002

Medyaya bakılırsa, İstanbul’da dört dörtlük bir uluslararası kültür ortamında yaşıyoruz. Sanki sanatçının önünde hiçbir engel yok; kitleye ulaşması için profesyonel tanıtım yapılması yeterli

6 Nisan’da Ankara’da Resim ve Heykel Müzesi’nin alt katındaki sanat galerisinde, Londra’da yaşayan sanatçı Gülsen Bal’ın daha önce Atina ve Londra’da gerçekleştirdiği ‘Eğer…’ başlıklı bir grup sergisi açıldı. Londra’da yaşayan Denizhan

Özer’in ve Yunanlı sanatçıların katıldığı bu sergi için Bal, T.C. Kültür Bakanlığı ve British Council’in desteğini sağlayabilmiş.

Prof. Jale Erzen, Deborah Semmel ve benim katıldığım sempozyumda da serginin ‘kendi’ ve ‘öteki’ kapsamındaki kavramı tartışıldı. 80’li yılların ortasından bu yana, bu kavram çerçevesinde sayısız sergi yapıldı; göçmen/göçebe sanatçılar var oldukça, sorunlar bitmeyecek ve konunun modası geçmeyecek, anlaşılan…

İstanbul kültür sanayii…

Sergide enstalasyonlar ve video işler yer alıyordu. Açılışta ve sempozyumda Ankara’da, bu tür tartışmaları gündeme getiren enstalasyon sergilerinin az olduğu dile getirildi. İstanbul’daki sergilerin Ankara’ya da getirilmesinin, sanatçıların projelerini gerçekleştirmek için yer ve parasal kaynak sıkıntısı çektiğinin, güncel sanat alanına yatırım yapılması gerekliliğinin üstünde duruldu.

Görünen o ki, 2002 Türkiye’si İstanbul’daki kültür sanayii(*) ile ayakta duruyor. Zaman zaman Ankara’yı sollayarak İstanbul’dan Doğu Anadolu’ya kültür paketleri ihraç edip, vicdan temizliği yapan İstanbul kültür ortamının bu işlevi nasıl yerine getir(me)diği, İstanbul kültür sanayiinin uluslararası kültür sanayiine ne kadar eklemlen(me)diği tartışılmış bir konu gibi gözükmüyor! Son günlerde konuya büyük bir coşkuyla sahip çıkan medyaya bakılırsa,

İstanbul’da dört dörtlük bir uluslararası kültür ortamında yaşıyoruz. Konserler, sergiler, gösteriler, festivaller birbirini izliyor. Basın, medya, çokuluslu şirketler, sivil örgütler bu ortamı destekliyor.

Ressamlar, müzikçiler, oyuncular Batı başkentlerinde ve İstanbul’da ‘çok başarılı geçen’ etkinliklerini anlatıyor, yazarların ‘çok okunan’ kitapları yok satıyor, sinema oyuncuları ve yönetmenler ödüle boğuluyor, insanlar kredi kartları sayesinde bütün etkinliklere katılabiliyor…

Sanki sanatçının önünde hiçbir engel yok; kitleye ulaşması için profesyonel bir tanıtım kampanyasına girişmesi yeterli… Milyon dolarlık bütçeleriyle gündeme gelen sivil örgütler de profesyonel tanıtımla şaha kaldırılıyor… Kültür, nasıl oluyorsa, Türkiye’deki yapısal çarpıklıklardan, çelişkilerden, çıkmazlardan hiç etkilenmiyor…

Gün, bilindiği gibi, görünen/ gösterilen ile gerçek arasındaki çelişkilerin günü…

İstanbul odaklı muhteşem bir ersatz kültür (yedek kültür) görüntüsünün gerçek kültürü örttüğü gün…

Örneğin, şu ağır kitsch, acemilik, sıradanlık, üçüncülükten başka hiçbir özelliği olmayan resime benzer şeyleri yapan, kültür sanayiinden tescilli 12 Eylül generali gibi resimciler ile gerçek sanatçıları, aynı kaba koyup çalkalayan ersatz kültür…

Sanat, örneğin C.A.M. Sanat Galerisi’ndeki

‘Alt-Üst’ sergisi de bu görüntüye, bu görüntünün simulasyonları ile yanıt veriyor.

Balkan Naci İslimyeli ve Lale Müldür düğün performansıyla, Kezban Arca, Hakan Onur ve Elvan Alpay lüks tüketim, kitsch, arabesk, magazin kültürü, sınıflararası kültür alışverişini sorgulayan yapıtlarıyla, hicvettikleri, taklit ettikleri öğelerin, biçimlerin, kavramların bir bumerang gibi geri dönüp kendilerini vurabileceğinin riskini taşıyarak, toplumun kültür olarak benimsediği şeyin dökümünü yapıyorlar.

Kültür sanayii etkinliklerinin topyekûn dokunulmaz olarak sunulması bu ersatz kültürü (yedek kültür) iyice besliyor. Bu eşsiz dokunulmazlık halesi, sermayenin tekelci eğiliminin kültürdeki tezahüründen başka bir şey değil.

Kültür yolsuzlukları

Uzun bir süredir sanat ve kültür alanında gerçeklerin altı çizilir çizilmez, her nedense görünmeyen güçler hemen konuyu örtbas ediyor. Bir ekonomi yazarının bir yolsuzluğu yazması bir ihbar kabul ediliyor da, kültür alanındaki yolsuzluklardan, usulsüzlüklerden, çarpıklıklardan söz edildiğinde, hiçbir şey olmuyor…

İdeolojik açıdan karşıtlıklar olsa da, gerektiğinde devlet, özel sektör, yerel yönetim, sivil örgüt işbirliğiyle yürütülen kültür sanayiinin, ülkenin uluslararası bağlantılı güncel kültür kimliğini oluşturduğunu kabul etmemiz isteniyor… Kültürün özünü içerdiğini sandığımız ve içeriğini tartışmadığımız etkinlik paketleri, bir türden olduğu varsayılan kitlenin kültür tüketimine hizmet ediyor…

Geçerli markalar

Kültür sanayiinin piyasaya sunduğu paketler arasında hiçbir fark yok; mal üretiminde olduğu gibi bu üretimde de yinelemeler, standartlar, stereotipler, markalar geçerli. Kültürün özünü oluşturan içerikler, kuramlar, kavramlar, ideolojiler, duruşlar işin ayrıntısı/kırıntısı gibi sunuluyor.

İzleyici ancak bilinçli ve bilgiliyse bu paketler içindeki yetenekleri ve gerçek yaratıcıları keşfedebiliyor; kuşkusuz, yetenekler ve yaratıcılar bir yolunu bulup paketin içine girebilmişlerse!

Kültür üretimi ise başka bir örgüt yapısı gerektiriyor; bu zor bir iş. Sanatın içeriğini, biçimini yönlendirmeden, sanatçıyı baskı altına almadan yaratıcılığını üretime dönüştürmek ve bu üretimi küresel kültür ortamına tanıtmak için yatırım yapmak, parasal kaynaklar, burslar, çalışma olanakları sağlamak. Bu işe henüz başlanmadı Türkiye’de! Bu iş için de bir büyük kampanya gerekli değil mi?

*Th. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı, 1996