Radikal Kültür Sanat
13/08/2010
Sadece AKM binasının yenilenmesi konuşuluyor. Her zaman olduğu gibi, zarfla ilgilenip mazrufu unutuyoruz. AKM’nin içeriği ve yönetimi de tartışılmalı. Unutmamak gerekir ki bu bina, tıpkı daha sonra çevre ilçelerde açılan yeni kültür merkezleri gibi ‘köhne modernizm’le yönetiliyordu
İstanbul 2010 macerası son dört ayına girdi; her ay gazetelerde tam sayfa çıkan etkinliklere katılanlar ve bu projeleri gerçekleştirenler için yoğun geçecek bir dönem. Projelerini gerçekleştirmek için yaklaşık iki yıldır bürokratik engelleri yılmadan aşmaya çalışan dirençli yaratıcı insanlar ve kamusal para ilk kez AB kriterleri koşullarında buluştu. Kültür başkenti olmanın birkaç koşulundan en önemlisi de buydu.
Para ve yaratıcı insan arasındaki bu etkileşimin sonuçlarını şimdilik etkinliklerde görüyoruz. Yaratıcı insan bu paraya kavuşurken, paranın ona ulaşmasını sağlayan bütün ara birimlerle olan ilişkisi, bürokratlar ve teknokratların sanat projelerini öğrenmesi, öngörü ve istekleri karşılamak için yeni yöntemlerin aranması, kamusal paranın sağladığı bağımsızlık ve farklı kitlelerin günümüz sanatını benimsemesi gibi iyileştirmeleri de yaşayabiliriz önümüzdeki dönemde…
Bu iyimser saptamalar, basın ve medyada İstanbul 2010 hakkında hep olumsuz haberler duymaya alışmış okuyucuya tuhaf gelecektir. Hâlâ Türkiye’ye özgü bir modernist platformda duruyorsanız, ‘seçkinler için yüksek ve yüce bir yaratıcılık’ olarak değerlendirir ve bunun gereklerinin yerine gelmesini istersiniz. Gösteri Toplumu’nun dirençsiz bir bireyi olmayı yeğliyorsanız, ‘kitlenin uyuşturulması için büyük eğlence’ olarak değerlendirir ve bu tür etkinliklerin yapılmasını istersiniz. Neo-liberal kapitalizmin savunucuysanız, ‘saygınlık ve markalaşma aracı’ olarak görürsünüz. Olaya nereden baktığınıza bağlı… Basın ve medya olaya bu açılardan baktı, şimdiye kadar.
Küresel kültür sanayi bunların hepsini kapsıyor ama sanat yapıtları bu karmaşa içinde biçim, amaç, işlev ve söylemleriyle eleştirel, ilişkisel bir estetik ve direniş alanları oluşturuyor. Sanat yapıtı üretimine kamusal paranın içeriğe ve biçime karışmadan girmesi bu üretime güç veriyor.
İstanbul 2010 macerası sanat ve kültür konularının sürekli gündemde kalmasında da yaradı; gerçi bugüne değin bu konularla ilgilenmeyen herkes ilgilenmeye başlayınca ortaya bir ‘bilgi eksikliği’ durumu da çıktı. Bu da başka bir sorunu işaret ediyor. Yaratıcılık alanlarında iş üretmek isteyenlerin olduğu kadar bu işleri yürütenler ve bu işler üstüne yazmak isteyenlerin eğitiminde bir 20.yy sanat ve kültür bilgisi ve belleği olmalıdır! Günümüz kültür sanayinin ideolojik, kuramsal ve estetik temelini oluşturan bu bilgi söz konusu sanat üretimlerinin geniş kitlelere sunulduğu kurumların içeriği, yönetimi ve işletmesi için de gerekli.
Türkiye’deki devlet ve yerel yönetim sanat ve kültür kurumları bu bilgi göz ardı edilerek yönetildi bugüne kadar. En çarpıcı örnek de İstanbul 2010 Ajansı’nın kabahat hanesine yazılmaya çalışılan AKM’dir. Bütün ilgimiz bu binanın yenilenmesine odaklandı ve her zaman olduğu gibi zarfla ilgilenip mazrufu unutuyoruz. Bu binanın içindeki bilgi ve yönetim neydi ki?
Ben bu binanın sergi katında rahmetli Nilgün Özayten’in müdürlüğü sırasında birçok uluslararası sergi gerçekleştirdim, 80’ler ve 90’larda. O olmasaydı yapamazdık zaten. Onun Kültür Bakanlığı’nın bina üstündeki tuhaf tasarrufları, yönetimdeki geri kalmışlık ile nasıl boğuştuğuna çok kez tanık olduk. Bizler de bu sergi salonunda sergilerimizi yapabilmek için büyük mücadeleler ve ödünler verdik! Sergi bittiğinde, bir daha burada sergi açmayalım, derdik! Sonunda binanın yönetimi giderek yozlaştı ve 90’ların ortasından sonra bu sergi alanını niteliksiz etkinliklere ve amatörlerin ticari çıkarlarına terk ettik. Kültür Bakanlığı 1995 öncesi ve sonrası sergi listelerini bir karşılaştırıp, bu salonun nasıl küme düştüğünü saptayabilir.
KM içeriği ve yönetimi günümüze özgü kültür sanayi açısından 1980’lerde değişmesi gereken bir sistemi temsil ediyor. Bu açıdan bakıldığında, gerçekte binanın yenilenmesine karşı çıkılırken, binanın içeriğini oluşturan bilgisizliğin ve köhne modernizmin değişmesi istenmiyor. Bina yenilendiğinde, mekânların işlevleri de yenilenecek; dolayısıyla bu işlevler yeni bir içerik ve yönetim gerektirecek. Tabanlıoğlu, babasına ve toplumun isteklerine karşı büyük bir saygı göstererek binayı olabildiğince az yenilese bile, ister istemez bir değişim gerçekleşecek.
Burada değişimin ve yerine gelecek sistemin ne olacağı konusunda iyimser olmak ise zor; çünkü düzen değişikliği, başka bir bozuk düzene, yani ‘özelleştirme’ye dönüşüveriyor. Sonuçta devlet yönetemediği bir kurumdan kurtulmak istiyor ve kurumdan yararlanan kitleyi bir işletmecinin insafına bırakıyor! İstanbul’da sanat üreticisinin kullanacağı çok mekân var, ama bunlar ihale ile bir işletmeciye verilmiş ve kiralık! Her türlü etkinliğe kiralık; yani birisinin uluslararası sanat etkinliğinden sonra başka birisi gelip şirket tanıtımı yapabilir…
Zaman içinde sona ve dona kalan modernist kale AKM’nin birçok rakibi ve ardılı oluştu; Post-modern bir kırılmanın işaretleri olarak.. Bunlar AKM’ye gidenlerin gitmedikleri çevre ilçelerdeki kültür ve sanat merkezleri… Bir ucu Tuzla, öteki ucu Küçükçekmece, bu birbirinden donanımlı konser salonlu ve bulundukları ilçelerin zanaat, toplumsal etkileşim ve kültür gereksinimini karşılayan ve hayatında AKM’ye hiç gitmemiş insanlara hizmet veren kültür merkezleri; aynı zamanda belediyelerin imaj ve siyasal çıkarlarına da yarıyor. Neo-klasik sütunlu giriş, cam dış yüzey, mermer ve granit zemin ve sütunlar, bol koridorlu iç mekânlardan oluşan melez mimarileri karikatür gibi, kuşkusuz… Yönetim ve içerikleri de sözünü ettiğim sorunları barındırıyor; dolayısıyla dış Post-modern ama iç AKM’nin temsil ettiği köhne Modern!
Kamusal sergi ve etkinlik mekânı, yani sanat üreticisinin ve tüketicisinin gereksinimlerine ve çıkarlarına hizmet eden kurumlar denildiğinde elimizde bunlar var; ancak bunlar artık yeterli değil! Sanat üreticisini ve tüketicisini ‘kırk satır mı istersin, kırk katır mı’ sorusuna mahkûm etmeye de hiç kimsenin hakkı yok!
İstanbul 2010 proje süreçlerinde hiçbir şey olmuyorsa en azından taşlar yerinden oynuyor, sorunlar iyice açığa çıkıyor ve insanlar kamusal paranın nasıl kullanılması gerektiği konusunda bilinçleniyorlar. Umut edelim ki sanat üretimini güçlendiren, kitlelere sanat aracılığıyla zihinsel değişim aşılayan yeni bir kültür sanayinin temelleri atılmış olsun.