Küratörlüğün sınırı nedir?

Radikal Kültür Sanat

  27/07/2001

“Sahi neyin nesidir küratör, nasıl yetişir?” diye soruyor, Enis Batur ünlü düşünürlerin ve yönetmenlerin…

“Sahi neyin nesidir küratör, nasıl yetişir?” diye soruyor, Enis Batur ünlü düşünürlerin ve yönetmenlerin küratörlük yaptığı Louvre sergilerinden başlayıp küratörlüğün ciddi bir iş olduğuna karar verdiği ‘Küratörün Sınırında’ yazısında (Cumhuriyet, 14 Temmuz Pazar).
Batur, kendisinin de belirttiği gibi, uzunca bir yoldan geçerek sonunda, imlem ve anlamı çok daha varsıl bir etkinlik kimliği taşıyan sergileri, küratör denilen uzmanların değil, yüksek düşünür ve yaratıcıların yapabileceğini, küratörlerin de onlara ancak danışman olabileceğini ileri sürüyor. Dahası, sanatçı, dönem ve akım sergileri dediği türden sergileri de küratörlerin bir danışmanlar grubuyla yapmasının doğru olduğunu belirtiyor.
Batur’un yazısı, Türkiye’de ‘küratör’ var mı yok mu belli etmiyor; yalnız bir yerde, “birkaç ayrıcalıklı örneğe rastlansa da…” diyor. Kısacası, Batur, küratörlüğü şimdiki durumuyla ‘teknik bir iş’ düzeyine indiriyor ve bir kalemde ben de içinde olmak üzere Türkiye’de küratör olarak faaliyet gösteren birkaç kişinin düşünce ve eyleminin, emek ve üretiminin “varsıl bir etkinlik kimliği” oluşturmadığını varsayıyor.
Küratörlük ciddi bir iş
Bu arada bu alanda büyük özverilerle oluşturulan bellek güme gidiyor. Bununla da yetinmiyor, “Bu iş küratörlere, bir başına onlara bırakılamayacak kadar ciddi” diyerek, bundan böyle bu piyasada küratör olarak çalışanların ve çalışacakların, söz gelimi ekmeği ile oynamayı da göze alıyor.
Yine de ‘Daha ne istiyorsun?’ dedim, kendi kendime, ‘Batur, küratörlüğü ciddi bir iş olarak gündeme getirdi! Zil takıp oyna!’
Bildiğim kadarıyla ilim ve bilim adamlarının, düşünürlerin modern ve postmodern yapıtları kullanarak sergi yapma işi Louvre’da başlamadı. Eğer, küratörlük
“başkalarının ürettiği nesneleri bir araya getirerek yeniden düzenlemek” ise -ki bir anlamıyla budur- bu işi Goethe 200 yıl önce ‘bütünleyici eğitim programı’ kavramıyla yapmış ve binlerce parçadan oluşan koleksiyonunu düzenlemiş (Kunstforum, 155).
1980’li yıllardan ilginç örnek de Lyotard’ın ‘Les Immaterieux’ sergisi. Fluksus akımı, bu tür disiplinlerarası çalışmaların yolunu açmıştı. Greeneway ve Robert Wilson da bu sanat sergisi işini biraz ‘show’ şeklinde yapıyorlar (ben söylemiyorum, önemli Batılı eleştirmenler söylüyor).
Uluslararası sanat ortamında sanat alanı dışından sayısız küratör var; bunların bir bölümü de işadamı… Mayıs ayında, ’21. Yüzyılda Müzeler’ başlıklı Salzburg Semineri’ne katıldığımda, konu müzelerin gelirlerini artırmak için üretilen stratejilerdi; ünlü kişilere küratörlük yaptırmak da son zamanlarda ‘in’ olan stratejilerden birisi.
Kısacası işin arkasında yalnız ‘çokuluslu şirket’ ve ‘event culture’ (etkinlik kültürü) zihniyeti var; çünkü bütün Avrupa müzeleri ‘özelleştiriliyor’… Yani bu ‘iş’ Batur’un yazısındaki ‘ulvi’ amaçlarla yapılmıyor!
Gerçeklerle örtüşmüyor
Bu tür yazılar, bizim gibi sessiz sadasız işini gören kişiler için gerçekten yorucu/yıldırıcı oluyor; işimizi bırakıp sesimizi çıkarmamız gerekiyor…
Birincisi, Batur’un yazısı, Türkiye’deki günümüz sanat ortamının gerçeklerine oturmuyor. Kendisinin de içinde bulunduğu ‘kültür sanayii’ Batı Avrupa ve ABD kültür sanayii özelliklerinden (normlarından) iyice sapmış durumda. Bu konuda çok sayıda yazı yazdım; bir bölümü bu sayfada çıktı.
İkincisi insan içinde fiilen çalışmadığı bir alanda düşünce üretirken o alanda iş üretenlere de saygı duymalı.
Üçüncüsü, gelişmiş ve kendini aşmaya çalışan bir çağdaş sanat sisteminin bir öğesini, içinde yaşadığımız koşullarda gelişmekte olduğu konusunda kuşkular olan bir çağdaş sanat ortamına örnek olarak göstermenin daha yapıcı ve yapılanı silmeyen başka bir yolu yordamı olmalıdır.
Dördüncüsü sanatçıları, işlerini inceleyerek olduğu kadar özel yaşamlarındaki sorunları tanıyarak yüreklendirmek, desteklemek ve açılım kazanmalarına yardımcı olmak; sanatçıların ürettiği projeleri gerçekleştirme olanakları (yer, kurum, para, teknik destek, tanıtım) aramak ve bulmak; hangi sanatçılar hangi kavramlar altında ve ne zaman bir araya getirilir -küratörlüğün temel işlevi budur- sorusuna yanıt aramak ve çözüm getirmek; sergileri yaptıktan sonra da sanatçıları izlemeyi sürdürmek…
Hatta siyasal, ekonomik, toplumsal, bilimsel değişimlerle sanatçıların düşünceleri ve üretimleri arasında koşutluklar/karşıtlıklar bulmak ve bunları açıklayan sergiler oluşturmak; yabancı küratörler sanatçı seçmek üzere geldiklerinde bu küratörleri günlerce ağırlamak, bilgilendirmek ve ikna etmek; uluslararası sanat ortamının odaklarıyla ilişkiler kurmak, bu odakları yönetenleri ve bunlara bağlı sanatçıları Türkiye’de özgür ve önemli bir sanat üretimi olduğuna ikna etmek; bunu Türkiye 1980’lerde 12 Eylül travmasındayken, 1990’larda Güneydoğu sorununu ve terörü yaşarken, 2001’de ekonomisi dibe vurmuşken yapmayı sürdürmek
Uluslararası sanat ortamının modernist/ kolonyalist yaklaşımlarına, Türkiye gibi ülkelere karşı sonu gelmeyen önyargılarına uluslararası açık oturumlarda karşılık vermek; kapitalizmin ayaklarından birisi olan kültür sanayiinin sıradanlaştırıcı etkilerini sollayarak düşünsel, çoğulcu bir sanat ortamının yaratılmasında günümüz sanatının gücünü kullanmak ve sanatçıların bu gücü kullanmaları için stratejiler oluşturmak…
Meydanı Batur’a bırakalım
Modern ve postmodern sanatın gerekleri olan kurumsal altyapılar, binaları olmayan bir ülkede var olan mekânları çağdaş sanat mekânıymış gibi göstermek; yerel ya da uluslararası sergileri gerçekleştirmek için, bu tür sergileri gereksiz gören bürokrasi odaklarıyla, tanıtmak için bu tür sergileri yeterince sansasyonel bulmayan ya da sansasyonel bir şey çıkaracağım diye konuyu saptıran basın ve medyayla cebelleşmek; ve bütün bunları bir başına çalışarak yapmak “varsıl bir etkinlik kimliği” yaratmak için yeterli olmuyorsa, zaten meydanı Enis Batur’a ve onun küratör olarak önerdiği değerli yazarlara ve yönetmenlere bırakmak iyi olur