Kültür devrimi yapmak

Radikal Kültür Sanat

01/11/2005

AB’de kültür, değerler hiyerarşisinde, mesela ekonomiden önce geliyor. Müzakere sürecinde Türkiye’nin geçireceği değişim kültürle ne kadar ilgili olduğumuzu gösterecek

Yaklaşık bir yıl önce 26-27 Kasım 2004’te Berlin’de Dredener Bank salonlarında gerçekleştirilen, ‘Avrupa İçin Bir Ruh’ başlıklı konferans 200 kadar bürokrat, kültür ve bilim adamı ve sanatçı katılımıyla Avrupa Birliği kültürü ve kültür politikasının sorunlarını ele aldı ve gelecek parametrelerini belirledi. Jagues Delors, Volker Hassemer, Hans Dietrich Genscher, Javier Solana, Richard von Weizsaecker gibi ünlü politikacılar tarafından kurgulanan, Alman Federal Kültür Vakfı, Forum Zukunft Berlin, Felix Meritis Vakfı tarafından desteklenen konferansa Türkiye, henüz üyelik akıbeti belli olmadığı için olsa gerek, davetli değildi. Ne ki, 3 Ekim sonrasında bu konferansın sonuçlarına bakmalı.

Konferansın konsept metninde “AB hem Avrupa hem de dünyanın geri kalanı için Avrupa projesinin en temel ve gerekli kanıtı olan konuyu, yani kültür alanını ihmal etmiştir” ya da “Kültür, Avrupa’nın yapı taşıdır, ancak AB politikasının dışçemberinde bir görüngü olarak kalmıştır” gibi itiraflar dikkati çekiyor. Başkan Barroso açılış konuşmasında “Değerler hiyerarşisinde kültür, ekonomiden önce gelir” ve “Avrupa kültür için ne yapabilir ve kültür Avrupa için ne yapabilir sorusu yeni değildir. Ancak bu sorular yeni bir aciliyet kazanmıştır” diyerek konferansın gerekliliğini ve önemini vurgulamış. Weiszaecker’ de konuşmasında kültürel eylemin dış politikanın temel öğesi olduğunun altını çizmiş.

Sanırım, müzakere sürecinde benimsemek zorunda olduğumuz koşulların ‘kültür’ ile ne denli ilgili olduğuna çokça eğileceğiz. Bu işi bizim yerimize bürokrat ve politikacıların yapmasına izin verirsek, şimdiye kadar olduğu gibi gölgede kalırız. Chirac’ın, “Türkiye kültür devrimi yapmalıdır” sözlerine yanıt verememek, bu durumun bir göstergesidir.

Bu konferansın öne sürdüğü ‘idealler’in nasıl uygulanacağı sorusu dışında-göz yaşartıcı doğrulukta.

Deniyor ki; dünya politikasının değişen koşulları (küreselleşme, yeni güç odakları ve terör) Avrupa’nın dünyaya karşı ilgilerini ve sorumluluklarını değiştirmiştir; kültür bu bağlamda temel belirleyici olmuştur; siyaset, kültür ve din arasındaki bağlantılar ve ayrılıkları engellenemez, ama bu bağlantılar ve ayrılıklar açığa çıkarılmalıdır; kültürünün evrenselliği bağlamında Avrupa politikası Avrupamerkezci kültür modelini terk etmelidir; Avrupa dünya kültürleri ve dinlerinin diyaloğuna katkıda bulunmalı ve küresel kültürel söylem geliştirmelidir, üye ülkeler kendi kültürlerini korurken AB de kültürünü geliştirmelidir, ancak bu bir kültür ihracatı değil yabancı dünyaları öğrenme şeklinde olmalıdır; AB kültür politikası dünya politikasına dönüşmelidir…

Damgalanmış bir sanat

Slovenyalı Slavoj Zizek, Mart 2003’te New York’ta Museum of Modern Art’ta yaptığı konuşmada bu durumu çeşitli yönlerden irdeliyor. Yukarıda tanımlanan AB kültür politikasını bundan böyle benimsemek ve uyarlamak zorunda olduğumuz bir kanon olarak kabul edersek, Zizek’e göre bu AB kanonu bize şöyle bir seçenek tanımaktadır: “Ya kanonun bir parçasısın ya da üstüne vurulmuş bir damga ile birlikte kanonun parçasısın. Hiçbir zaman ana akımın bir parçası olamayacaksın, ancak ana akım senin kimliğinin bir parçası olacaktır.”

1989 sonrasında Doğu Avrupa sanatı ‘post-Sovyet’ tanımı ile gündeme girdi. Rusyalı Boris Groys’un da belirttiği gibi, gerçekte bugün sanat üretimini doğrudan etkileyen küresel söylemi benimsemiş kültürel araştırmalar bu post-komünist sanatı tanımakta/tanımlamakta hâlâ zorluk çekiyor; onu dönüştürmek istiyor. İslam gibi bir farklılığı sindiremeyeceğini düşünen AB’nin içinde tam da bu özellikle yakın geçmişin ekonomik düzeninin ve ideolojik karşıtlığının yarattığı farklılıklar var. Bölgesel ve etnik farklılıklardan çok çünkü etnik kimlikler artık küresel turizmin içinde bir müştemilattır, bu tür farklılıklarla uğraşıyor AB. Son 10 yıldır yapılan post-Sovyet ülkeler sergilerini, AB’li küratörlerin söylem biçimlerini bu politikanın uygulamaları olarak görebiliriz.

Büyük bir sergide yakın geçmişleri farklı ülkelerden gelen sanatçıları yan yana yerleştirirken, bu sürmekte olan gerilimin üstü örtülebilir. İzleyici de sanatı kendi iç dünyasını zenginleştiren, gıdıklayan, okşayan ya da hiddet ve şiddetini tanımlayan işaretler olarak görmekten öte bir irdelemeye gir(e)miyorsa bu çelişkili duruşları göremeyecektir.

Boris Groy’sun dediği gibi, kanonun damgalamış parçası olan ülkelerin sanatçıları kendileriyle ilgili gerçeklerin silinmesine karşı direnmek için kara mizaha, hicive, alaya, yüklenmekte, böylece ötekinin üstüne yıkmaya çalıştığı kimlikten kaçmaya çalışmaktadır. Bu, ‘damgalanmış kanonun’ kolektif hicvidir. Batılı küratörler bunun üstünden duruşlarını meşrulaştırmaya ve zenginleştirmeye çalışıyor. Bu sanatçıların türlü görsel yanılsama ve oyunu gerçekleştirmek için uygun fotoğraf ve video işlerinde bu kolektif karamizah/hiciv öne çıkıyor ve sanatçıların kanon karşısındaki ikilemli duruşlarının altı çiziliyor. Örneğin Türkiye’de bu tür karamizah, erkek egemen zengin bir kaynak olan karikatür dünyasından esinleniyor; görsel malzeme Leman’ın sayfalarındaki tiplemeler ve resimli romanlarla örtüşüyor.

Sanat piyasası ile desteklen(e)meyen, talebe hızlı yanıt verme telaşı içeren, eleştiriyi eleştirenin bakış açısından uygulayan ve küratörlerce öne çıkarılan bu tür sanat üretiminin AB kültür politikasının öngördüğü kapsayıcı vizyon içinde yitip gitmeyecek güçte bir kimlik (farklılık) yaratması zor görünüyor.