Radikal Kültür Sanat
16/10/2002
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme sürecinde önemli bir iletişim ve tanıtım aracı olan ‘güncel sanat’ üretimiyle ilgili ne gerçekler ne de sorunlar, eski ya da yeni hiçbir partinin derdi değil!
Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyici seçimler öncesinde, yüzlerce sanatçıyı ilgilendiren ve Avrupa Birliği’ne girme sürecinde önemli bir iletişim ve tanıtım aracı olan ‘güncel sanat’ üretimiyle ilgili tüm gerçekler ve sorunlar, eski ya da yeni hiçbir partinin derdi değil! Seçim öncesinde ne kadar gündeme getirirsek getirelim, parti başkanlarının konuya gözleri ve kulakları tıkalı; sanatçıları üye kaydetme şovlarından öteye gitmeyen sahte bir ilgi gösteriyor ve kalıplaşmış lafları ediyorlar. Partiler TV’lerde ve basında yalnız ezici bir erkek egemen görüntü vermekle kalmıyor; biliyoruz ki, bu erkek kalabalığı ‘sanat’ için AB ölçütlerine uyum sağlayacak şeyleri düşünmekten çok uzaklar…
Parti programlarında güncel sanat üretiminin yapısal gerçeklerine ve sorunlarına ilişkin çözümler yer almıyor; örneğin, sanat ve kütlür etkinliklerine devlet kaynaklarından düzenli ve sürekli para aktarılması ve bağımsızlaşmış, özerkleşmiş ve uzmanlaşmış kurumların ve yönetimlerin önünün açılması, her türlü sanat yapıtının dolaşımının ithalat-ihracat yasalarının dışında yeni gümrük yasalarıyla kolaylaştırılması, sanatçılara özel bir sigorta sisteminin kurulması ve her şeyden öte, sanat yapıtları üstündeki gizli ya da açık devlet sansürünün kökünün kazınması gibi…
Çağdaş sanata yer yok
Aşırı sağ ya da liberal sağ partilerin programlarında sürmekte olan milliyetçilik ve kültürel bağnazlık içinde, bireyin ruh, beden, kimlik özgürlüğünü irdeleyen, yorumlayan ve sergileyen çağdaş sanat üretimine bir yer olmadığı açık. Aşırı ya da ılımlı sağın imgelemindeki sanat ya turistik mala dönüşmüş ve tözünü yitirmiş zanaattır ya da artık sanat sözlüğünde anlamını yitirmiş olan fantastik, mistik, lirik milliyetçi ya da ‘light faşist’ öğeler taşıyan sanat ürünleridir.
Merkez sol blok çelişkili
Merkez sol blok ise, çelişkili olarak, günümüz sanat üretiminin köktenci manifestolarına alabildiğine kapalı; sanatçıların ve aydınların küresel-siyasal bağlamda değer taşıyan üretimlerini algılamaktan uzak; geçmişte sanatı ideolojinin aracı olarak kullanmasının faturasını bile ödemedi. AB’ye uyum yasaları ve bunların uygulamaları da AB’den gelen uyarılara/tehditlere endeksli olduğuna göre, bu partilerin icraata geçtiklerinde yine AB zoruyla kültür ve sanat anlayışlarını değiştirmelerini beklemekten başka bir yol görünmüyor.
Sanatçıların üretimlerinin verimliliğini sağlamakla yükümlü devlet ve hükümet aktörlerin durumu böyleyken, bu aktörlere taleplerini iletmesi ve gerektiğinde hesap sorması gereken sanat/kültür aktörlerinin durumu da umut verici değil! Medyanın ve reklamın, dünyaya hizmet etmek yerine, kendine hizmet etmesini ve sanatın dili yerine kendi dilini geçirmesini izliyor. Karadelik benzeri bir belleksizlik, yazgıya boyun eğme, hakkını isteyememe gibi yaygın bir edilgenlik içinde…
Örneğin, bakanlığı döneminde, şimdi tanımlamaya çalıştığım durumu hiç kavradığını sanmadığım bir kişi -kavrasaydı gereken değişiklikleri yapmaya çalışırdı- bugün karşımıza yenilik yapacağını söyleyen bir partinin genel sekreteri olarak çıkıyor, oyumuzu istiyor. Sanat ortamından hiç tepki yok!
Bu tepkisizliğe bakıldığında, kolaylıkla devletin sanat/kültür politikasının kabul gördüğü, kapitalist düzenin kumanda merkezinden yönlendirilen sanat/kültür altyapılarının yeterli sayıldığı gibi bir izlenim edinilebilir. Çoğu kez memurların ve işçilerin yaratıcı, hicivli sokak eylemlerini izlerken, buldukları protesto yöntemlerine bakıp, yasalar karşısında ‘işçi’ olarak görünen ve çoğu kez ekmeğini kazanmak için ‘memur’ olan sanatçıların bu eylemlere neden katkıda bulunmadıklarını düşünüyorum… Onların ses getiren eylemleri yanında son yıllarda sanat alanında yaşanan kavramsal ve parasal olumsuzluklara karşı yapılan düzensiz ve süreksiz çıkışlar sönük kalıyor.
Değişim istenmiyor mu?
Bu durumda, sanat/kültür aktörleri düzene uyum sağlamış sayılmaz mı? Ya da düzen değiştirmeyi istemiyor mu? AB kapısını aralayan uyum yasalarına karşın 12 Eylül Anayasası’nın etkisinin kolay giderilemeyeceği son günlerde bir kez daha belirginleşti. Ancak, tartışma yine dar alanda gelişiyor ve yasaklanan kuşaklar üstüne değil, bir süre sonra bir yolunu bulup ‘selamete’ çıkacak siyasetçiler üstüne odaklanıyor. Birkaç siyasetçinin şimdi başını yiyen şey, 20 yıldır 12 Eylül faşizmi, Özal’ın dizginsiz liberalizmi ve YÖK sisteminin merkeziyetçi/hiyerarşik uygulamaları şeklinde üç kuşak yaratıcı insanın imgelemini budayıp, yolunu kesip, başını ezdi… Bunu anımsayıp dile getiren, çözüm arayan/üreten bir siyasetçi görünmüyor ortalıkta…
Göz okşayıcı resimler
Tanıtım yöntemlerinin gelişmişliği sayesinde ve özel sektörün başına kültür çelengi takma hevesiyle, müzik gösterilerinin kitleselliğiyle ülkedeki en gelişmiş/sorunsuz alan görüntüsü kazanan sanat ortamını siyasetçiler de yalnız ‘gösteriş’ hevesiyle benimsiyor.
Bu görüntüde parlayıp, sönen, kolay üretilip tüketilen, sorunlara yan çizen bir yarım yaratıcılığın artık iyice sırıttığı pekâlâ biliniyor. Göz okşayıcı resimler, best-seller romanlar, müzayedeler, popüler müzik ve dans gösterileri ile herhangi bir değişimin gerçekleştirilmeyeceğini de herkes bal gibi biliyor. Yine de herkes kendini curcunaya kaptırıyor. Buna rahatça ‘toplu iradesizlik’ denilebilir…
Günümüzün şizoid kitlesini oyalayan, aydınının iradesini kıran bu tüketim müstehcenliğine sahne oluşturan sanattan çok sanatımsı, kültürden çok kültürümsü görüntü, 12 Eylül askeri, siyasal ve ekonomik travması/sendromu olarak değerlendirilmeli. Ne ki, ekonomi ve siyasette öngörülen her türlü değişimin sanat/kültür alanında da karşılığını bulmasını istemek ciddi eylemlere soyunmayı gerektirir.