Radikal Kültür Sanat
07/08/2008
2008 Pekin Olimpiyatı, 1990’lardan sonra atağa kalkan ve dünya piyasasında önemli bir yer edinen Çin sanatına daha da önemli bir katkı sunacak. Dolar milyoneri olan Çinli sanatçıların sayısı hiç az değil. İstanbul’un dillere destan çekiciliğine karşın, sanat piyasası Arap dünyası üstünden Çin’e kayıyor
Pekin Olimpiyatı Tibet ve insan hakları sorunları gölgesinde açılıyor. Ağustos boyunca dünya Çin’i izleyecek; gösteri toplumunun baş gözdesi spor, siyasal kusur ve günahları bir süre temizleyecek…
Günümüzde spor ve kültür etkinlikleri masum ve eğlenceli olmuyor! Küresel gösteri toplumunun arzuları doyurulurken, bilinci de kurcalanabiliyor… Synopticon’da (*) eğer bütün dünyanın ilgisi söz konusuysa, bu ilginin nerelere uzanacağını denetlemek olanaksızdır, artık.
Spor sanayinin gücü Çin’i bir süre için gündemde tutarken, bu ülkeyi başka yönleri ve sorunlarıyla da tanıyacağız, sanırım. Bu kitlesel etkinlikler ülkelerin siyasal, ekonomik ve kültürel durumlarını da tartışmaya açıyor. İrdeleme ve sorgulamanın önünü açılıyor ve bu, belli bir zaman dilimi içinde yoğun olarak içerden ve dışarıdan gelen bir değerlendirme ve eleştirme ortamı yarattığı için belki de söz konusu ülkenin insanlarının bilinçlenmesini ve bu etkinliği izleyen zaman diliminde de bir takım değişimleri sağlıyor.
Özeleştiriye açık olmak
Örneğin Türkiye de bu yola girmiş durumda… Bienaller yapmak, bir Avrupa ülkesinde Türkiye yılı yapmak, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmayı istemek gibi arzular bütün dünyaya -hem de dünyanın külyutmaz aydınlarına- gel bana yakından bak, beni incele, beni değerlendir, beni eleştir gibi görünmeyen mesajlar vermiş oluyor. Dahası, bu ben kendimi değiştirmeye niyetliyim, kendimi yenileyeceğim, iyileştireceğim anlamına geldiği için kültür sanayinin geri kalmış modeli içindeki kitleleri oyalayan alışılagelmiş gösteri, eğlence, şenlik, curcuna boyutuna ters düşebiliyor ve beklenmedik başarısızlıkları yaratabiliyor. Son 20 yıldır birçok Avrupa kültür başkenti bu nedenle başarısız oldu. Ülkeler bu işlere kalkışırken, işin bu özeleştiri, yüzleşme ve hesap verme yanını da hesaba katmalı; çünkü çevre ve ekonomi alanındaki zorunlu değişimlere koşut olarak küresel spor ve kültür sanayinde de eski alışkanlıklara veda etme dönemecine geldiğimizi söyleyebiliriz. Bu iki insan etkinliği artık yakın geçmişte olduğu gibi, görülmesi istenmeyenleri gizlemek için değil, bunları açığa çıkarıp tartışmayı göze alarak yapılabilir…
Bana bunları düşündürten Prince CLaus Vakfı’nın Beijing Today Art Museum ile birlikte yayınladığı bir Çin özel dergisi oldu; derginin kapağında ‘Çin’de Kültürel Çatışkılar’ yazıyor! İçindeki yazılar A’dan Z’ye kültürel sorunları açıklıyor, eleştiriyor ve tartışmaya açıyor. Çin’in bu saygın vakıfla birlikte ya da bu vakfın desteğini alarak kendi kültür sanayini mercek altına alması ilgi çekici bir girişim.
Sanat eleştirmeni ve küratör Zhu Qi’nin (**) Çin Çağdaş Sanatının Uluslararasılaşması: Sömürge-sonrası Üretim ve Yerelleşme başlıklı yazısında anlattıkları bana çok tanıdık geldi. Burada bazı bölümleri paylaşmak istiyorum.
Biz önce başladık ama…
Qi’ye göre Çin çağdaş sanat ortamı 1990’larda uluslararası sanat haritasına girdi; başlangıç zili ilk kez katıldığı Achile Bonito Oliva’nın küratörlüğündeki Venedik Bienali’nde çaldı. Daha sonra Harald Szeeman yine Venedik Bienallerinde bu girişi perçinleyen sergiler düzenledi. Sonuçta Çin Arsenale’de içinde hala makineler duran bir tersaneyi satın aldı ve daimi pavyonunu kurdu. Türkiye 1987’de başlayan kendi bienaliyle ve 1991’de başlayan Venedik Bienali serüveniyle daha önde görünüyorsa da, Venedik Bienalleri’nde Çin kadar ilgi göremedi; bu platformda bir kültür politikası olmadığı için henüz daimi pavyonu da yok.
Çin’de nelere mal oldu?
Qi, Çin çağdaş sanat ortamının yerel ve uluslararası olarak yarılmasından söz ediyor. 90’lı yıllardan günümüze AB ve ABD sergilerine katılmanın dayanılmaz çekiciliğinin Çin sanat ortamında nelere mal olduğunu; Batı’nın estetik, biçim standartlarına uyum sağlamak için sanatçıların kıyasıya rekabete giriştiğini; bu tür sergilerde yerini sağlamlaştıran ilk dalga sanatçıların ikinci dalga sanatçıların önünü tıkamasa bile onların Batı ile ilişkilerini denetleyen bir iletişim tekeli oluşturduğunu anlatıyor.
90’ların ortasında gündeme oturan ‘öncü sanat’ terimi yerleştirmeler, performanslar, fotograf ve video işler için kullanılmış; bilindiği gibi bu terim bizde Modernist üretimden kopma bağlamında aynı türde yapıt üretimi için 80’li yıllarda kullanılıyordu. Siyasal pop ve hicivci gerçekçilik içeren bu sanat üretimi Çin’de benimsenmiş, ama yine de yeraltında ve uçlarda kalıyormuş. Bu dönemde Batı’nın Çin’den iki beklentisi olduğundan söz ediyor Zhu Qi, Çin siyasetini eleştiren yorumlar ve Çin’in geleneksel simge dünyasını uluslararası sanat dilinde yorumlayan üretimler… Çin’de yaşayan ve yaşayamayan sanatçılar bu isteklere çeşitli biçimlerde yanıt vermiş.
90’ların başından bu yana Türkiyeli sanatçılar da AB sanat kurumlarının ilgisini gördü; bu sanatçılar için bir sergi öteki serginin yolunu açtı ve onlar aynı zamanda AB kurumları ve küratörleri için bilgi kaynağı olarak da işlev gördüler; bilgiyi aktarırken kendi çevrelerini mi kolladılar yoksa tarafsız olup geniş bir çevrenin ya da genel olarak sanat gelişmelerinin tanınmasına yardımcı oldular mı? Ya da böyle bir sorumluluk taşımaları gerekir mi? Biz bu soruların üstünde durmadık; Post-modernist üretimin sanat dilini yenileştirmesini, sanat üretiminin geniş kitlelere yaygınlaştırılması gibi hedefleri bir yana bırakıp hangi biçimde olursa olsun dışa açılmayı tek hedef gibi görüyoruz. Çin’de ise 90’ların sonunda yerel eleştirmenler bu yarılmayı irdelemeye başlamış; siyasal pop ve hicivci gerçeklik özeleştiri yoksunu, sığ, ruhsuz ve basit olarak nitelendirilmiş. Tuhaflık o ki, Çin’de böyle nitelendirilenlerin bir bölümü uluslararası ortamda yabancı eleştirmenler tarafından ulusalcı, gelenekselci ve tutucu olarak nitelendiriliyormuş. Bu işin kavgası Çin’de sürüyor, anlaşılan…
Ancak aynı zamanda, bu eleştiri yapılırken, Çinli sanatçıların uluslararası düzlemde üretim ve piyasa açısından kazanımlarının resmi sanat politikası içine alınması süreci de başlamış. Şimdilerde bu yarılmanın yarattığı tartışma ve rekabet ortamı, sanatçıların uluslararası kazanımları ve resmi çağdaş sanat yatırımının bireşimine ‘Çin Kartı’ kültür politikası deniliyor!
ABD’den sonra Çin
1990’lı yıllarda Çin Kartı ile uluslararası sergi ortamına giren sanatçılar, aynı zamanda küresel sanat piyasasından büyük bir pasta kapıyor ve ilk dalga Çin ressamları ve yerleştirmecileri arasında dolar milyoneri olanların sayısı hiç az değil. Qi, Çin’in 10 yıl içinde ABD’den sonra en büyük sanat piyasasına sahip olacağını iddia ediyor!
Bu bize pek tanıdık gelmiyor! Son yıllarda Türkiye’li sanatçıların yapıtları (genel olarak fotoğraf ve video işler) uluslararası koleksiyonculara ulaşabildi; ancak kazançların milyon dolarlar düzeyinde olduğu söylenemez; olsaydı bu artık görünür olurdu! İstanbul sanat fuarları ise, 10 yıldır uluslararası bir nitelik kazanamadı ve İstanbul’un dillere destan çekiciliğine karşın, sanat piyasası şimdilerde Arap dünyası üstünden Çin’e doğru kayıyor.
Olimpiyatlar, Çin kültür sanayi için küresel bir açılım tabanı oluşturuyor; İstanbul 2010 Türkiye kültür sanayi için nasıl bir taban oluşturacak? Sanat ortamı bu soruyu gündemine almalı…
*Synopticon: Her şeyin hep birlikte izlendiği oval mekan/ adsız küresel kitlenin kendine sunulan her türlü gösteriyi izlemesi
**Zhu Qi, ‘The Internationalisation of Chinese Cpontemporary Art: Post-Colonial Production and Localisation’, Prince Claus Fund Journal, sayı 15; Aralık 2007, http://www.princeclausfund.org/