Radikal Kültür Sanat
02/07/2001
İnsanlık yaylasındaki bütün eşitsizlikler, haksızlıklar bienal yaylasında da var oluyor. Profesyonel izleyici ve medya, güçlü ülkelerin milyonlarca dolarlık sergilerine koşarken, yoksul ülkeler de sıralarını bekliyor
Sanatın karanlık odalar için /içinde gerçekleştirilmesi ve izlettirilmesi, incelenmesi gereken bir konu oldu. Elektronik aygıtların kullanılması ve kitlelerin hâlâ sinemanın büyüsü altında olması bu konuda ilk akla gelen sebepler.
İzleyicinin algı süreçlerinin zorlanması /keskinleştirilmesi, sanat yapıtı karşısında yalnız ve belki de çaresiz kalması ya da yapıtı tek başına izlediğini sanması da başka nedenler. 49. Venedik Bienali’ndeki yapıtların yarısı karanlık odalardaydı. Odalara genellikle dirsek yapmış kısa bir koridor geçilerek giriliyor, izleyici körleşmiş olarak ilerledikten sonra, yapıtın ışığına bir kurtarıcı gibi sarılıyor.
Geçen yüzyılda resimle anlatılan her şeyin dijital tekniklerle anlatıldığını kabul etmek gerekiyor. Bu karanlık odalarda Rönesans estetiğinden toplumsal gerçekçilik, yeni-ekspresyonizm ve minimalizme kadar bütün resim türleri ve akımlarını izlemek olası…
Bilgili izleyici için sanat
Günümüz sanatçısının neden, nasıl ve kimin için ürettiğini sormakta olanlara tam da bu nedenle ‘bilgili izleyici’ için demekten çekinmemek gerekiyor. 20. yüzyıl sanatını bilmeyenler için, yeni tekniklerle gösterilenin arkasındaki modern geleneği, sayısız göndermeyi tanımayanlar için bundan böyle bu tür sergiler bir Mega Video Show ya da Elektronik Resim Sirki olmaktan öteye gitmeyebilir.
Yüzyılın bu ilk bienalinde yüksek kültürle tüketim/kitle kültürü arasındaki sınırlar iyice bulanık; dahası sanki bu belirsizlik de sanatın kasıtlı özelliği gibi. Yapıtlar yüzeysel/sıradan bilgilerle izlenebilir; bu durumda etkisi tüketim kültürü ürünleri düzeyinde kalır; bu sanatçının pek umurunda değil. Bunun ötesine geçmek izleyicinin bileceği iş. Neyse ki, Beuys’dan Serra’ya bir dizi ‘büyük usta’nın büyük yapıtları, Helmuth Federle, Cy Twombly, Gerhard Richter, Richard Tuttle gibi ustaların resim sergileri, Jeff Wall, Vanessa Beecroft, Richard Billingham, Oleg Kulik’in fotoğrafları, İlya Kabakow, Maaria Wirkkala, Ron Mueck, Nedko Solakov, Robert Gober’in karışık gereçli yerleştirmeleri izleyiciye sallanmayan bir yol gösterici olarak sunuluyor.
Küratörün cömertliği
Bienalin küratörü Szeemann’ın, ‘İnsanlık Yaylası’ gibi çok geniş göndermeleri olan ve siyasal dürüstlük yansıtan sergi kavramı herkese kollarını açıyor; farklı coğrafyalardan ve kültürlerden gelen sanatçıya da izleyiciye de… Bu cömertlik, küresellik söylemine sadık kalmak için bir çözüm olduğu kadar sorunlar ve çelişkiler de taşıyor.
Bu yıl bienale 65 ülke katılmış, son yıllarda ülke sayısı giderek çoğalıyor; buna karşın Venedik kentinin sergi yerleri de sınırlı. Kiliseler ve sarayların içi bu tür sergilere ne kadar uygun? İzleyiciler (özellikle açılış günlerinde gelenler) kentin içine yayılan bu sergilerin hepsini (Güney Amerika ülkeleri, Ermenistan, İrlanda,
Türkiye, Slovenya, Ukrayna, Hırvatistan, Estonya, Makedonya, Jamaika, Singapur, Portekiz, Yeni Zelanda) görebiliyor mu? Ya Venedikliler? Onların bu yüzyıllık bienalden yorgun düştükleri yüzlerinden okunuyor.
İnsanlık yaylasındaki bütün eşitsizlikler, haksızlıklar bienal yaylasında da var oluyor; 4 milyon dolarlık sergiler yanında 40 bin dolarlık sergiler ne kadar dikkat çekebilir? Profesyonel izleyici, dünya basını ve medyası önce milyon dolarlık pavyonlara (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi) ve bienalin küratörünün sergisine koşuyor ve önlerinde saatlerce kuyrukta bekliyor. Yoksul ülkeler de kendilerine sıra gelmesini bekliyor.
Trieste Contemporanea adlı kuruluşun ve Wimbledon School of Art’ın yaptığı açık oturumlarda ulusal pavyonların ve küresel sergilerin sorgulandığına bakılırsa, şimdilerde iki sistem arasındaki çekişmenin su yüzüne çıktığı anlaşılıyor. Bir yanda zengin/yoksul, güçlü/güçsüz ülkelerin ulusal pavyonlarında, ulusal kültürlerini temsil ettiklerine inandıkları sanatçılar (kimi zaman bu sanatçılar yapıtlarıyla o ulusu/ülkeyi yerden yere vurabilir); öte yanda bienal küratörünün ‘politically correct’ bir tavırla düzenlediğine inandığı/inanılan, ulus kavramını bir kenara koyan küresel sergi… Açık oturumlarda ‘bu doğru, o yanlış’ gibi bir sonuca varılmadı kuşkusuz, ancak iki türün de ikna edici sonuçları olmadığı ortaya çıktı.