Bienali tartışmak

Radikal Kültür Sanat

15/10/2007

Keşke alışkanlık olsa

Küratör Hou Hanru sayesinde İstanbul Bienali herkesin gündemine girdi. Keşke bu tür tartışmalar alışkanlık olsa.

Yerel eleştirmenlerin yıllardır yazdığı siyasal içerikli yazıların bir benzerini yazan ve yerel küratörlerin sergilerinin biraz büyük boyutunu yapan Hou Hanru’nun bienali her nedense siyasal içerikli diye akademisyenlerin, gazetecilerin ve yazarların gündemine girdi. Günümüz sanat üretimi tam da bunu ister ve gerektirir: Söz konusu sanat yapıtlarının üretildiği coğrafyada bütün aydınların bu yapıtların görsel düşüncesini izlemelerini ve tartışmaya katılmalarını. Alışkanlık olur inşallah!
Hou Hanru akıllı; bu ülkede herkesin siyasetle yatıp kalktığını hemen anladı ve söylemiyle bu alana yatırım yaptı. Antrepo 3, içinde küreselliğe ait ürkütücü görüntülerin gizlendiği bir sanat lunapark’ı, AKM de bir türlü hesaplaşamadığımız modernizmin kasvetli kalesi.

Bienal sergilerinde gerçekten de çok önemli siyasal içerikli yapıtlar var; yabancı sanatçılar da Türkiye’nin bol dalaşmalı gündelik yaşamını keşfedip alabildiğine işi tetiklediler. Yapıtlar iyi de, bu yapıtların bir araya getirilip mekânlara oturtulması her zaman olduğu gibi sorunlu. AKM başa çıkılamayacak kadar baskın bir mekân; çok özenli bir sergileme gerektiriyor. Antrepo 3 de kapasitesinin üstünde yapıt taşıyor, bir üst üstelik birbirine müdahale ve gereksiz gürültü var. Herhalde Hou Hanru sokaktaki karmaşayı olduğu gibi sergiye yansıtmak istemiş.
Bu çaptaki sergilere, küratörün yanında, günümüz sanatından anlayan sergi tasarımcısı gerekiyor.
Türkiye’yi tanımak için kısıtlı zamanı olan, önüne belirli koşullar ve bütçe konan küratörün sınırlarını unutup yüklenmeyelim. Türkiye’nin aşırı sorunlu kültür sanayii koşullarında bu iş bu kadar olur. Kuşkusuz becerisini de abartmayalım; çok olağanüstü bir durum yok.

Kanımca, bu gidişe daha iyi yön vermek için bundan böyle küratör davet edince, ya kardeşim iki yıl burada otur da yap bu işi diyelim, ya da birkaç küratörle çalışalım…

‘Modern ve Ötesi’ gösterdi ki

Özellikle modernden post-moderne geçiş gibi, görsel bilginin değiştirilmesi gibi üstesinden gelinmesi zor işleri başaran bir düzine sanatçının zamanında değerlendirilememiş işlerini bir arada görüyoruz bu bienalde. İstanbul Modern’deki ‘Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman’ ve Santral İstanbul’daki ‘Modern ve Ötesi’ sergisi hayırlara vesile oldu ve bir dolu önemli yapıt gün yüzüne çıktı. Görüldü ki, çağdaş sanat üretimi 90’lı yılların sonunda gökten düşmedi ve geçmişte de siyasal içerikli sergiler yapıldı.
Üstünde konuşulması gereken şey 1980-95 üretimi ile 1995-2005 üretimi arasındaki farkın ne olduğu. Evet, birincisi siyasal-kültürel alanı yerleştirme metaforlarıyla irdeliyor, ikincisi de aynı alanı imler, imgeler ve taklitlerle sorguluyor, ancak her iki dönemde de yapıtlar devlet kapitalizminden liberal kapitalizme geçişin, tüketim kültürünün hoyrat baskısının, bireyin bu geçiş ve baskı karşısındaki direniş hareketlerinin de kanıtı. Bu bağlamda bellek sergilerinin işlevi değişim, direniş, kırılma noktalarındaki yapıtları öne çıkarıp görsel/nesnel tarihi canlandırmak ve toplumun bu belleğe önem vermesini sağlamaktır.

Santral İstanbul’daki sergiye (başlığında bir başlangıcı ve bir gelişmeyi belirttiği için ve 1950-2000 gibi bir tarih bilgisi verdiği için) bir bellek sergisi diyebiliriz. Ancak, belleğe bilerek ya da bilmeyerek yapılan müdahaleleri irdelemek gerekiyor. Sanat ortamı önümüzdeki birkaç ay bunu tartışmalı.
Benim gözlemim şöyle: ‘Modern ve Ötesi’ (ki başlık da modern’den sonraki dönemi gereğinden çok genelleştiriyor) 1950-2005 arasında üretilmiş bazı örnek yapıtlar sergisi olmuş. Belki bu amaçlanmıştır. Sergi, yapıtları üretildikleri döneme ilişkin birtakım bilgilerle donatarak yapıtların bağlamını belirginleştiremiyor. Katalog metinleri de dipnot ve kaynakça eksikliği ile dikkat çekiyor. Metinlerdeki bütün bilgilerin nereden kaynaklandığını belirtmemek doğru bir yaklaşım değil; sonuçta söz konusu tarihler arasında yüzlerce metin yazılmasaydı, bu katalogdaki metinler de yazılamazdı.

Modernizm ve post-modernizm arasındaki fark, sergide belirgin değil. Yapıtlar iç içe ve üst üste; iki sergilik yapıt bir sergiye sıkıştırılmış. Yapıtların siyasal-toplumsal-kültürel bağlamları birbirine karışıyor. Buna bilgi panolarındaki ve etiket yazılarındaki vahim eksiklik de katkıda bulunuyor: Resimlerin, yerleştirmelerin hangi mekânda ve hangi sergide sergilendikleri belirtilmiyor. Bu eksikliğin bir an önce düzeltilmesini öneririm; sanatçıların da bunu istemesi gerekirdi. Bu serginin
ideolojisini de etkiliyor ve bir tamamlanmamışlık yaratıyor. Söz konusu dönemde bir sergi tarihi de var, ama bu, sergide ve katalogda her nedense kökten silinmiş. Sergi tarihinin silinmesiyle birlikte doğal olarak bu sergide yer alması gereken bir düzine sanatçı yer almıyor. Sorun şu olsa gerek: Geçmişle hesaplaşmakta çok zorlanıyoruz; önemli/önemsiz ayıklaması yapamıyoruz, ya eksiltip yok etmeye çalışıyoruz ya da abartıp çarpıtıyoruz.

Santral’i bir de boş görelim

Santral İstanbul’un mimarisine gelince: Bu binayı bir de boşken gezelim derim. Serginin mimariyle ilişkisinin olmaması, fuar standı sistemiyle mimariyle çatışkıya girmesi, binanın algılanmasını zorlaştırıyor. Burada da mimar-küratör-sergi tasarımcısı işbirliğine gerek olduğunun altını çizelim. Müze yeni yapıldığı için ve bir iddia taşıdığı için en azından ilk serginin mimari ile konuşması daha iyi bir sonuç verirdi. Boş olan en üst kata çıkıldığında bu daha iyi anlaşılıyor. Açık bir sergi düzeni kurulsaydı minimalist ve işlevsel mimari yapıtlar için açılımlı ve estetik bir olanak sunardı.

OECD’nin son eğitim raporu Türkiye’nin eğitimdeki akıl almaz geriliğini ortaya koyuyor. Kültür sanayiinin kitle eğitimi açısından yararlı olduğu biliniyor; dolayısıyla bienal ve açılan çağdaş sanat müzeleri gibi yatırımlar onarıcı bir işlev taşıyor. Bu altyapıların içerikleri ve biçimleri konusunda daha titiz ve özenli olmak zorundayız.