İstanbul bir kültür başkenti olmaktan uzak

GERÇEK KÜLTÜR

Beuys, günümüz sanatının ekonomik ve siyasal düzen içindeki işlevinin önemini vurgulayarak, Kapitalist ve Marksist ideolojilerin tüm yüzyıl boyunca, çıkarları doğrultusunda, kültür gibi gösterdikleri kültürü, gerçek kültürden ayırmaktadır. Beuys’un “gerçek kültür” kavramı, bugün bize yol gösterici bir anlam taşıyor.

Bu “gerçek kültür” ile kuşkusuz, içindeki geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek olguları karşıtlıklar içerse bile, sürekli ilerleme ve değişim içinde olan, bütün insanların katılımını gerektiren, tümel bir bireşim kast edilmektedir. Buna göre, gerçek kültür, bulunduğu çevrenin bütün olgularından beslenmekle birlikte, bütün öteki kültür çevreleriyle ilişki içinde olan sanatçıların ve yapıtların tümel ve küresel birikimi , dolayısıyla burada son yıllarda dilimize doladığımız çok kültürlü (mul­tikültürel) ortam söz konusudur. Çokkültürlü ortamda, ne anarşik bir çoğulculuğun, ne bir kültürün öteki kültürü özümsemesinin (yani öteki kültürün kimliğini yitirmesi), ne de bir kültürün öteki kültürün varlığını olduğu gibi kabul etmesine karşın etkilenmemesinin gerçek küresel kültürün o1uşması için bir ortam yaratmadığı açıktır; bu seçeneklerin herbiri, bir kültürün öteki kültürden daha üstün olması temeline oturur. Eşit haklar, ortak bir geçmiş ve gelecek bilinci ve karşılıklı aşılanma yoluyla ilerleme temeline oturmuş bir çokkültürlü ortam, ütopyaların bittiğini düşündüğümüz bugün, gerçek dünya aydınlarının ütopyasıdır.

Bugün Türkiye’de eğer bir “çağdaş sanat” kavramı varsa, bu, siyasetçilerin ve özel sektörün yönlendiremediği, kullanamadığı sanatçının, bu gerçek kültür oluşumuna, bu ütopyaya, katılma isteği ve görüşünün sonucunda doğmuş ve üreti1miştir. Her ne kadar bu üretim, her türlü altyapıdan yoksun olduğumuz için, ortalıkta görünmüyorsa da, uzmanların ivedilikle üstünde araştırma yapması gereken bir çağdaş sanat üretimi vardır ve bu üretimi, evrensel boyutta bir karşılaştırma içinde değerlendirildikten sonra kanıtlanabilecektir; böyle bir değerlendirme henüz yapılmamıştır. Sanatçı tümüyle bireysel bir önsezi, güç ve sağduyuyla, küresel kültür kavramının ve bunun içerdiği “çağdaş  sanat” olgusunun varlığını henüz yeterince keşfetmemiş olan yönetimlerin ve toplumsal sınıfların kültür an1ayışının dışında kalmayı göze alarak, dünya kültürü içinde yer almak isteği ve gereğini, dünya çağdaş sanat üretimine katılarak, yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu sanatçının yanında yer alabilmek için, dünyanın gerçek kültür gelişimi içinde “çağdaş sanat”ın yerinin ne denli önemli olduğunu bilmemiz ve bu bağlamda Türkiye’deki kültürün içinde “çağdaş sanat”ın çok önemli olduğuna, en az onun kadar inanmamız gerekiyor.

Bu inancın, yalnız sanatçı tarafından değil, kitle, siyasetçiler ve özel sektör tarafından benimsenmesinin temelleri “modern sanat” döneminde atılmış olmalıydı. 80’li yılların ortasına kadar ve ne yazık ki , günümüzde de, “çağdaş sanat”ın dünya ölçeğinde bir sistem olmamasının ve ülkenin düşünce üretimini etkilememesinin nedenlerini bu modern sanat döneminin durumunu inceleyerek bulabiliriz.

ÇAĞDAŞ SANAT VE İSTANBUL

20. yy. boyunca, Doğu-Batı, Kuzey-Güney karşıtlıkları ve ikilemlerinin  doğurduğu gerilimler ve dengeler üstüne kurulu bir düzenin, kapitalist ve Marksist “modernizmin” egemenliğindeki dünya kültürü içinde resim, heykel ve üç boyutlu yapıtların oluşturduğu felsefi, bilimsel ve ekonomik sistem, hem emperyalist ve post-emperyalist ülkelerin “evrensellik” başlığı altında dünyaya kültür üstünlüklerini göstermek ve ideolojilerini yaymak üzere kullandıkları bir araçtır, hem de paradoksal bir biçimde, bu üstünlükle başa çıkmaya çalışan, ona tepki gösteren ya da ondan öğrenen bütün ülkelerin 20. yy. kültür kimliklerini belirleyicidir.

Modernizm, Habermas’a göre “tamamlanmamış bir proje” (2), Lyotard’a göre, “yıkılmış” ve “likide edilmiş” bir projedir. Yıkımın çeşitli modelleri ve adları vardır. Örneğin, Auschwitz, modernin trajik tamamlanmamışlığı için paradigmatik bir addır (3). 2. Dünya Savaşından sonra, yalnız modern projesinin başarısızlığının değil, modernizmin resmi kültür politikalarının bir aracı durumuna geldiğinin bilincine varan Avrupalı sanatçılar, modernizmi sorgulamaya ve onunla hesaplaşmaya giriştiler. Modernizm’in doruk noktasını oluşturan “soyut ekspresyonizm” ABD’den “evrensel sanat’” başlığıyla bütün dünyaya kabul ettirilirken, bu akımın kaynağı olduğu herkesçe bilinen (Kandinsky, Malewitsch, Sürrealizm) Avrupa bile bu üstünlükten nasibini alıyordu. Nitekim, üstünlüğe karşı çıkış, yine ABD kaynaklı Pop-art’ın yaygınlaşmasıyla belirginleşti. Fransa’da Yeni Gerçekçilik, Almanya’da Zero, İtalya’da Arte Povera akımları, çağdaş sanatın ülkelerin özgün kültür kimliğini tanımlayan bir olgu olarak dünya platformuna çıkarılmasının, modernizmi sorgulamanın ve bir merkezden yayılan tek kültür yerine, birçok merkezden yayılan kültürlerin, kimliklerini koruyarak, başka kültürlerle ilişkiye girmesinin başlangıç örnekleridir. Nitekim, yine dört sanatçının Basel konuşmasına dönersek, bu doğrultuda düşüncelerin belirginleştiğini görürüz. Kiefer’in “1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ABD ile birleşerek, dünyanın merkezi olmaktan çıktı. Avrupa artık bir yanmadadır, Asya’nın burnudur” sözleri ve buna Kounellis’in verdiği yanıt: “Bu yarımada işi öyle ki, artık kültürel sınırlar yoktur; inanırlık geçerli olabilir ama, sınırlar artık inandırıcı değildir”(4) bize yön göstericidir. Bu iki Avrupalı sanatçının uzak görüşü, bugün artık herkesin ortak görüşü olmuştur. Doğu Avrupa ve Rusya’daki yeni yapılanmalar, bu sözleri biraz daha doğrulamaktadır. Bütün bunlara göre, Türkiye, Asya’nın yarımadası olan Avrupa’nın başlangıcı, Avrupa’nın an akıtası olan Asya’nın sonu, Asya-Avrupa sınırlarının içiçe geçtiği sınırların ortasındaki “geçiş alanı”dır. Çağdaş sanatçıların 1985’de çizdiği bu haritada, İstanbul’un yerini, bugün artık bütün dünya sanat forumlarında çok sözü edilen iki kavramın “merkez ve çevre”nin arasında bir sınır kültürü taşıyıcısı (5) olarak tanımlayabiliriz.

İstanbul’un tarih, coğrafya, ekonomi, siyaset kitaplarında ayrıntılı olarak tanıtılan, sorgulanan, yorumlanan konumunu burada yinelemeyeceğiz; bu konum dünyada ve çevremizdeki son gelişmelere bağlı olarak, eskileri pekiştiren yeni sorumluluk ve işlevler de yüklenerek daha da belirgin1eşmiştir. Geçmişte iki büyük imparator1uğun, dinin ve kültür bireşiminin başkenti olan bu kent, Batılılaşma’nın ve eğer “modern” ve “post-modern” bu ülkede 20 yy.da tarihsel ve güncel bir gerçekse, modernin de, post-modernin de başkenti olmuştur. Ancak, çelişki şuradadır ki, sanat açısından “dünya moderni” ve “dünya çağdaş sanatı” haritası ve sözlüğünde adı geçmeyen bir kültür başkentidir, İstanbul oysa, İstanbul gibi bir kentin konumu, Beuys, Kounellis, Kiefer konuşmasındaki düşüncelere göre, bugüne değin dünya sanat haritası ve sözlüğünün içinde baş köşelerde yer almalıydı; bunun için yeterince zaman vardı.

Pages: 1 2 3 4 5