Sergi Kataloğu Metni
26 Şubat-19 Mart 1991
Erdağ Aksel sanayi sitelerinin ham ve işlenmiş maden dünyası içindeki çalışmalarını 1986’dan bu yana sürdürüyor. Bu çalışmalardan önce “Gerilim Nesneleri” dizisi, sonra Obeliskler, şimdi de “Yıldızlar” dizisi ortaya çıktı.
Aksel beş yıl boyunca iki ayrı ortam arasında sürdürdü bu üretimini. Bir yandan Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nün kuruluşunu ve eğitimi gerçek1eştirirken, bir yandan da İzmir’in sanayi sitesinin kendine özgü toplumsal-ekonomik gerçekleri içine girip çalıştı. Düşünce sürecinin ortamı ile uygulama sürecinin ortamı arasındaki çelişkiler, Aksel için verimli bir yaratıcılık ortamı o1uşturdu.
Aksel, bir güç ve enerji yogun1aşması olan demiri keserek, delerek, bükerek, ekleyerek, bronz ve pirinç parçalar döktürerek bunları birleştiriyor. Birbirini doğuran düşünce yumaklarının çözümleyici bir yaklaşımla yapıt dizilerine dönüştürülmesi ve bunun düşünceler tüketilinceye kadar sürdürülmesi an1ayışına dayanıyor, bu ça1ışma. Yapıtın kavramını oluşturan ilk örnek daha düşünce düzeyinde diziler oluşturmak üzere tasarlanmıştır. Düşüncenin yapıta dönüşmesinden sonra tüketilmiş olacağının bilincinde olan Aksel, bu ilk örneği hazırlarken, yeni açılımları önceden hazırlamak, dizilerden başka diziler türetmek kaygusunu güder ve bu doğrultuda önlem alır. İlk örnek kuşkusuz bu nedenle çok geniş ve yaygın bir kültür ağının içinden seçilmiştir.
Aksel’in düşünceleri en çoktan yola çıkıp en aza doğru yönlenirken, yapıtın üretiminde, en azdan başlayıp, bu en azın gerektirdiği ve istediği biçime varana değin beslemek yöntemi uygulanır. Burada düşünme yöntemi ile yaratma yöntemi arasında bir karşıtlık ve ayrı bir denetleme yöntemi söz konusudur. Düşünme bir ayıklamayı, çözülmeyi, son gerçeğe varmayı amaçlarken, yapıtı o1uşturma, bu son gerçeği kendine ilişkin bir çok gerçekle kapalı bir bütüne dönüştürmeyi amaçlar. Sanatçı bu karşıtlığı denetleme iş1evini isteyerek yüklenmiştir.
Aksel’in “Gerilim Nesneleri” dizisinde kravat, daktilo, telefon, dolmakalem gibi i1k öğretken1er (ya da son gerçekler) sanatçının kurumlaşma, bürokrasi ve iş dünyası sistemleri üstündeki düşüncelerinin ayıklanmasını gösterirken, bunların uzun, dikey taşıyıcı parçalardan oluşan iskeletlerle birleştirilmesi, birleşme yerlerinin eklemlerden oluşması, dahası bütün bu parçalar arasına madenin sağlamlığı ile çelişen kırılabilirliği yüksek cam ögelerin yerleştirilmesi, sanatçının ayıklayarak geldiği yolu, bütün sakıncaları, sorunları, ikilemleri ve karmaşası ile birlikte geriye dönmesidir. Ancak bu geriye dönüşte bütün gerçekler gerçeğin işaretlerine dönüşmüştür. Aynı özellikleri cam fanus, düğümlenmiş bir eşarp, işkence, kelepçe, yay gibi ilk örneklerle oluşturduğu yapıtlarda da görürüz.
Kusursuzluğu arayan bir el becerisi, teknik titizlik ve tasarımın yetkin bir biçimde gerçekleştirilmesi kaygusuyla üretilen parçalar birleştirildiğinde u1aşılan plastik bütünlük, heykelin somutluğunu savunurken, bu tür üretimden beklenen işlevsel sonuç (temsili olma) yerine işlevsizliğin ortaya çıkışı, sanatçının amaçladığı soyutluğu sağlar. Aksel soyut/somut arasındaki bu alış-verişi amaçlar ve gerçekleştirir. Ortaya çıkan biçimler alışık olduğumuz birçok şeyi çağrıştırır; benzetmeler yapabiliriz, ama hep yarım kalan bir tanımadır, bu. Somutluk kesinlik ister, oysa bu yapıtlarda ilk örneğin, onu besleyen iskeletin, aralardaki risk ögelerinin ye eklemlerin biçimlerindeki somutluğa karşın, anlamlarındaki çok yönlülük, belleğimizin derinliklerinde kolaylıkla yitirilebilen çağrışım yapar. Belleğimizdeki birikimlerin oluşturduğu kaygan alanlardaki gezintinin şaşırtıcı sonuçlan üstüne bir oyun kurgular ve bu nesnelerle belirginliğe karşı koyar, Aksel.
Gerçek ve düş, görüntü ve varlık, enerji ve belit gibi karşıtlıklar üretilen ya da seçilerek kullanılan parçaların birleştirilmesi sırasında birbiri içine geçmiştir. Karşıt1ıkların olup o1madığı konusunda da kuşkuya düşüren bir oyundur, bu. Bu bakımdan doğrudan doğruya ikilemli bir yapı yerine, bir “strateji” (manevra) sunuyor, Aksel. Kavram, belit ve model gibi, modernist anlamda aşkınlığı (transandans) arayan bir anlayışla değil, tam tersine her yerde, her biçimde var olma, var olan imgelere sonsuz olanaklar hazırlama düzeniyle karşı karşıyayız.
Obelisk, Aksel’in 2. Uluslararası İstanbul Bienali için aldığı çağrı üstüne doğmuş bir düşüncedir. İstanbul’un tarihsel yarımadası bu bienalde sanatçılar için bir yaratıcılık düzlemi olarak önerilmiştir. Birbirleriyle siyasal – ekonomik – toplumsal – kültürel ortamların ayrılığı dolayısıyla çelişen, ama birbirleri üstüne kuruldukları için, birbirlerinden etkilenmeleri kaçınılmaz olan yapılar ve anıtlar arasında bugünün yapıtını oluşturmak, sanatçı için kışkırtıcı bir durum yaratıyordu. Aksel, ilk örneğe ulaşmayı amaçlayan düşünme yöntemiyle, Obelisk’in her dönemde kullanılabilir olmasını seçti. Obelisk’in geçiciliği kaçınılmaz olan siyasal egemenlikleri ve kişisel iktidarları tescil etme anlamı ve insanın ölümsüzlüğünü bilmesine karşın, ölümsüzlüğe sahip çıkma çelişkisi, Aksel’in oyun stratejisi için kışkırtıcıdır. Bu nedenle gökyüzüne dimdik yükselmesi gereken obelisk hafifçe yere doğru eği1ir. Bu hicivci “Obe1isk Düşün-ce” adlı yapıtında, altından yıldızlar fışkıran obeliskte ve yarısı cam tabakalardan oluşan obeliskte yineledi, Aksel.
Yıldız, insanin kendine evren içinde biçtiği değerler ya da değersizlikler dizisinin i1körneği olarak kaşımıza çıkıyor, bu sergide. Aynı zamanda ö1ümsüzlüğü varsayıp/yok sayma ve ö1üm1ü1üğü yok sayıp/var sayma düğümünün tam ortasında duran bir saptama imgesi. Bütün yıldızlı yapıtlar, yıldız kavramının çağrıştırdığı gibi “yaldızlı” ve tüketimin şımarık çocuğu ‘kitsch”e gönderme yapıyor. “Sanat yapıtı, bakma, görme ve sahip olma eyleminin hazzını mı yaratıyor?” sorusunu da gündeme getiriyor, Aksel. Bugün tüketim mallarının üretiminde ortaya konan ince, yüksek ve kitschle oynayan beğeni, böyle bir hazzı körüklüyor. Sanat yapıtında da bu hazzı körükleyen iki yön var: Değerinin gittikçe yükselmesi, görüntüsünün gittikçe çekici olması!
Aksel’in yapıtlarının temelindeki alıntılara dayalı zengin düşünse1 yapının yapıttaki dönüşümü bir “montaj” gibidir. Bu montajı teknik açıdan düşünmemek gerekir; her yönden kırılmış, dökülmüş, parca1anmış bir dünyayı yeni bir sanatsal bütüne kurma isteği gibi, modernist bir tavır, bir ütopyacılıkta deği1dir, bu. Çevreyle, sistemlerle, yaşantıy1a koşut giden, tüketim toplumuna gönderme yapan, kavramların yanlış ve çe1işkili kullanımına değinen, siyasal-toplumsal ülkülerle hicveden, kültürü e1eştiren, ama hiçbir zaman temsili olmayan, gerçek ile gerçeğin betimini birbirine kaynaştıran bir gerçekliktir. Yapıt artık gerçekler ve bunların benzetileri (simulasyonları) arasında bir referans noktasıdır.