“Hala hayallerim var”
Sanat elçimiz Beral Madra
Küratör ve sanat eleştirmeni Beral Madra, sessiz sedasız bir şekilde yaptığı çalışmalarla, Türkiye’deki sanatın hem ülkemizde, hem de uluslararası sanat dünyasında tanıtımında büyük rol oynuyor. 1980 yılından bu yana başarılı işlere imza atan Madra, kendi deyimiyle radikal bir insan. BM Çağdaş Sanat Merkezi’nin sahibi olan Madra, “Utanarak söyleyeceğim ama hala hayallerim var. Türkiye’nin her kentine çağdaş sanat merkezleri açmak ve yurtdışında farklı ülkelerde kararlı ve sürekli olarak sergiler yapmak isterim” diyor.
Küratörlük nedir, nereden geliyor?
Latince’den gelen küratörlük, koruyup saklamak anlamına geliyor. Daha çok müzecilikte; koleksiyonların uzmanlar tarafından korunması, saklanması ve sergilenmesi anlamında kullanılıyor. Bu terim, uluslararası sanat ortamında 1980’li yılların başından itibaren gündeme geldi. Daha çok grup sergilerinde, bir kişinin o sergiye katılacak sanatçıları davet edip onların işlerini bir arada göstermek anlamını taşıyordu. Bunun arkasında kuşkusuz sanat yapıtlarının çeşitlenmesi, sanatçıların farklı mesleklerden olabilmekleri, disiplinler arası geçişlerin olması söz konusu. Kısacası küratörlük böyle bir iş. Farklı teknikler, malzemeler ve kavramlarla üretilmiş yapıtların belirli bir konu çerçevesinde ya da belirli bir ideoloji içinde yan yana bir bütün olarak gösterilmesi. Bugün Avrupa ve Amerika’da büyük çağdaş sanat merkezlerinde küratörler, düzenledikleri sergilerde geniş kitlelere ulaşıyor ve bir eğitmen görevi görüyor.
Ne konuda bir eğitmenlik görevi görüyor?
Küratörler, sanat yapıtlarında ileri sürülen düşünceleri kitlelerle paylaşarak onları eğitiyor. Bu düşünceler çoğu zaman derin eleştiri, siyaset, ekonomi, toplum sorunları gibi konuları içeriyor. Kuşkusuz tüm bu işleri üstlenen küratörler, günümüzde üretilen sanat yapıtlarının içerdiği metinleri ve mesajları da okuyup izleyicilere aktarıyor. Küratör ya kendisi bir metin oluşturuyor ya da bu yapıtlar konusunda yazılmış metinleri bir araya topluyor. Yani sanatçı ve kitle arasında tam ortada duran bir kişi. Küratör aynı zamanda sanatçıların yapıtlarının, ulusal ya da uluslararası piyasada değer bulması ve bunların satılması görevini de görüyor. Etik olarak küratörün sanat piyasası içinde doğrudan rolü olmamasına karşın, piyasa aktörleri olan koleksiyoncular ve sanat ticareti yapanlar küratörlere danışmak zorunda kalıyorlar. Bu etik bir şekilde deliniyor.
Sanatta zayıfız, anlamıyoruz. İyi de küratör gibi tepeden inme bir kavram ve anlayışla bunu yapmak nasıl mümkün?
Türkiye’de yoğun sanat etkinlikleri İstanbul’da gerçekleştiriliyor. Bu nedenle ancak İstanbul izleyicisi sanat konusunda bir ölçüde bilinçli. Bunda, 1980’li yıllardan bu yana galerilerde düzenlenen büyük etkinlikler etkili oldu. Kültür sanayisinin bir parçası olarak Yapı Kredi, Aksanat, Borusan, Garanti gibi büyük şirketlerin binalarında kültür sanat konusunda durmadan etkinlikler yapılıyor. Bu nedenle İstanbul’da küratörlük yapmak mümkün ve oldukça zevkli. Hem olanaklar iyi, hem de iyi bir seyirci kitlesi var. Ancak bunu Anadolu için söyleyemeyeceğim. Çünkü kültür sanayisinin gereklerini yerine getirip müzeler, çağdaş sanat merkezleri açamadık. Uluslararası sanat ortamıyla yalnız bienal aracılığıyla ilişkimiz var. Sanat fuarlarımız ise yerel boyutta kaldı. Böylece kültür sanayisinde farklı işlevler taşıyan kesimler arasında iletişim kuran küratörlerin işi, ancak bunların hepsi tamamlanınca kolaylaşacak. Günümüzde artan kültürel etkinlikler sayesinde yavaş yavaş küratörlerin sayısının da arttığını söylemeliyim. Bu da, bizim açımızdan oldukça sevindirici.
Arkeoloji mezunusunuz, ama 1980 yılından bu yana sanat eleştirmenliği ve küratörlük yapıyorsunuz. Bu işi yapmaya nasıl karar verdiniz?
1967 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji bölümünden mezun olduktan sonra çalışmam gerekiyordu. Ülkemizde arkeoloji alanındaki çalışmalar kısıtlı olduğu için, eşimin de fotoğraf sanatçısı olması dolayısıyla sanat ortamında çalışmak istiyordum. İş ararken önemli mimarlarımızdan merhum Tarık İzgi ile görüştüm. İzgi, Maçka’daki bürosunun alt katında bulunan mekanı galeri yapmayı düşündüğünü söyleyerek, benden orayı yönetmemi istedi. Teklifi seve seve kabul edip ilk işime başladım. Yaptığımız başarılı çalışmalardan sonra, 1984’te kendi galerimi kurdum. Tabii 1989’a kadar ticari bir galeri çalıştırdım. O dönemde Turgut Özal’ın liberal ekonomi politikasıyla kültüre ve sanata yatırım gündeme geldi. Ben de 1980’li yılların sonunda kendi yolumu çizmek istedim. Ülkemizde çağdaş sanatın gelişmesinde büyük rol üstlenen İstanbul Bienali’nin, ilk ikisinin koordinatörlüğünü ve bienal sergilerinin küratörlüğünü yaptım. Böylece bienallerle birlikte küratörlük kavramı da Türkiye’ye girmiş oldu. Sanat ortamımızın olmazsa olmaz bir biçimde uluslararası sanat dünyasına taşınmasını düşündüğüm için, bu işi sürdürmeye karar verdim. O dönemde Avrupa’daki sanat odaklarının Türkiye’ye ilgisi de başladı. Özellikle Almanya, ülkemizdeki çağdaş sanatı bugüne kadar süren bir tanıtma yatırımına girişti. Bunların bir kısmını yapma olanağını bulduğum için büyük mutluluk duydum. Elimden geldiğince Türkiye’deki sanatçıların işlerini yurtdışında tanıtmak, yabancı sergilere girmelerini sağlamak için çaba gösterdim. Örneğin, sanat dünyasında çok büyük bir platform olan Venedik Bienalleri’ne 1990’dan sonra sergilerimizi götürmek bana nasip oldu. Bu nedenle, doğru bir meslek seçtiğimi düşünüyorum.
Başkalarının ürettiği nesneleri bir araya getirerek yeniden düzenlemeler yapıp sergiler düzenleyen küratörler, bir tür “sanat koçluğu” görevini üstleniyor. Bunu hangi birikim ve paradigmalarla yapıyorsunuz?
Arkeoloji mezunu olduğum için, kendimi otodidakt olarak nitelendiriyorum. Bir metodoloji olan arkeolojide de nesnelerle uğraşıyorsunuz. O nesnelerin içeriklerini, siyasal ve ekonomik ortamlarını gündeme getirip sergilemek durumundasınız. Orada bir sanatçı yok, ama nesnenin kendisi var. Böyle bir metodolojiyi bildiğim için, bunu sanat ortamında uygulamam zor olmadı. Sanat yazıları yazan biri olarak, belirli bir birikime sahip olduğum için bu işi kolaylıkla gerçekleştiriyorum. Küratörlüğün önemli bir görevi olan basın ve halkla ilişkiler boyutunu da üstlendiğim için basın bültenleri hazırlayıp tanıtım da yapıyorum. Bu da ayrı bir zevk benim için. Ayrıca mekan ve yapıt arasındaki ilişkiyi kavramak da gerekiyor. Yani sanatçıların çok farklı yapıtlarının bir mekana nasıl yerleştirileceği konusunda başarılı olmak lazım. Bunun için sanatçılarla iyi diyalog kurup onlarla bazı ideolojik konulara giriyorum. Çünkü siyasal olarak, sanatçıların dünyaya bakış açısının benim için büyük önemi var. Bir de tabii uluslararası sanat ortamının söylemlerini ve ideolojilerini sürekli takip ediyorum. İşte bunları yapmaktan büyük zevk alıyorum. Yıllardır birlikte çalıştığım, bana güvenen çok sayıda sanatçı var. Onlara gerektiği zaman ücretsiz olarak danışmanlık da yapıyorum. Tüm bunları gerçekleştirirken ülkemizde sanatın gelişmesine katkıda bulunmayı göz önünde tutuyorum.
Peki küratörlük, sanatçılık mıdır?
Ben hiçbir zaman böyle bir tanımlama duymadım, ama küratörleri sanatçıyı anlayan kişi olarak gördüm. Çünkü sanatçılık başka bir yaşam biçimini gerektiriyor. Gerçi bugün sanatçılar da iş adamları gibi davranmak zorunda kalıyor ve yapıtlarını üretirken diğer insanların ilgilenmediği alanlarda dolaşıyorlar. Onların farklı bir duyarlılıkları ve araştırma konusunda herkesinkine benzemeyen yöntemleri bulunuyor. Toplumun derinliklerine inip en ince ayrıntılardan makro düzeydeki olayları çıkarmak gibi bir becerileri olan sanatçıların kuşkusuz sanatın tüm tekniklerini de bilmeleri gerekiyor. Bunun yanında başka insanlarda bulunmayan güçlü bir inançları da var. Ben bütün bunları bir sanatçıda gördükten sonra kendime dönüp sanatçı olabilirim gibi bir yalanın peşinden gidemem. Sanatçılardan topladığım bilgi ve verilerden bir sentez çıkarırken bir yaratıcılık oluşuyor. Ancak bunu sanatçı yaratıcılığı ile karıştırmamak gerekir. Bu, bilgi ve deneyime dayalı bir yaratıcılık. Ama orada sanatçıyı kaldırınca bu yaratıcılık da kalmaz. Ben sanatçıdan aldığım ışınlarla ancak o yaratıcılığı gerçekleştirebilirim. Dolayısıyla, küratörler yaratıcı kişilerdir ama sanatçı değillerdir.
Bu iş için hep küratör kelimesi mi kullanılıyor, bunun Türkçe karşılığı nedir?
Dilimize yabancı dillerden giren ve kullandığımız kelimelerden biri de küratörlük. Türkçe karşılığı olarak, sergi yapımcısı ya da sanat yönetmeni demek gerekiyor. Ancak ülkemizde daha çok küratörlük kelimesi kullanılıyor.
Küratör nasıl olunur, bu işin eğitimi var mı?
Bugün beş üniversitemizde sanat yönetimi, küratörlük araştırmaları, kültürel araştırmalar bölümleri var. Bu bölümden mezun olanlar kendilerine sanat yönetmeni, sergi yapımcısı ve sanat danışmanı diyebilirler. Ancak, aldıkları eğitimin kalitesinden pek emin değilim. Örneğin, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım bölümü kurulurken sanat yönetimi bölümünün programını ben hazırladım. Fakat ne yazık ki dört yıl sonra kurduğum programı ben de tanıyamadım. Çünkü müfredatı müzeciliğe çevirip asistan kadrolarına da gereken donanımda kişiler almadılar. Yeditepe Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde ise yüksek lisanslar açıldı. Ülkemizde bu konuda eğitim gören kişiler sayesinde küratör sayımız artacaktır. Zaten şu an açılan pek çok müzeye genç kuşaktan eğitim almış kişiler yerleştiriliyor. Tüm bu gelişmeler Türkiye’de küratörlük mesleğini bir sektör haline getirecektir. Bence beş yıl sonra kültür sanayisinin bütün işlerliği tam olarak gerçekleşmiş olacak. Bu amaçla iki yıl önce Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin Türkiye şubesini kurarak, derneğe küratörleri de aldım. Eğer üniversiteler bu meslek örgütleriyle birlikte işbirliği yaparlarsa küratörler açısından gerçekten iyi bir ortam doğar.
Bunun ne yararı olacak?
O zaman sadece İstanbul’da değil, Türkiye’de çağdaş sanat diye konuşabileceğiz. Çünkü istediğimiz sanat ve kültür ağı kurulmuş olacak. Bu konuda eğitim almış kişiler sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin pek çok yerindeki sanat kurumlarında çalışacak. Biliyorsunuz Kültür ve Turizm Bakanlığı da böyle bir yapılanma başlatmıştı. Eğer bu devam ederse Anadolu’daki güzel sanatlar galerilerinde ve bakanlığın kurumlarında bu kişiler çalışmaya başlar. Büyük bir hinterlandı olan ülkemizde, yurtdışı ile bir iletişim alanı olur. Çünkü artık Avrupa Birliği’ne girme sürecinde de sanat alanında büyük projeler üretip, sanat ithal etmektense ihraç etmemiz gerekiyor.
Türkiye’de kaç küratör var, kimler?
İki yıl öncesine kadar Ali Akar, Vasıf Kortun, Meral Çalıkoğlu ve Beral Madra olarak dört kişiydik. Ancak şu an sayımızın arttığını görüyoruz. Artık 10 kişi sayabiliyorum.
Sizin işinize ve sanata bakışınız nedir?
Zaman içinde şunu anladım ki, daha önce de belirttiğim gibi çalışmak istediğim sanatçılarla siyasal açıdan diyalog kurmalıyım. O zaman işlerimde siyasal eleştiri görmek benim için bir ilgi odağı oluyor. Dekoratif sanatla ilgilenmiyorum. İşlerimde mutlaka siyasal bir boyut olması gerekiyor. Ayrıca, sanat yapıtlarının topluma bir mesaj içermesi şart. Çünkü sanatçıların hala böyle bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Bir de yapıtlarda güçlü bir estetik unsurunu da görmek istiyorum. Bu beni gerçekten bağlayıcı bir şey. Siyasal içeriğin biçimi ve estetiği de günümüzdeki birikimi karşılayacak güçte olmalı. Tüm dünyadaki sanattan etkilenen sanatçının yapıtları her yerde gösterilebilmeli.
Farklı sanatçıların yapıtlarını bir araya getirdiğiniz sergilerde, ortak ruhu nasıl yakalıyorsunuz?
Ortak ruh kendiliğinden oluşuyor. Hiçbir zorlama yok. Sergiler bir gereklilik üzerine kurulduğu için, belirli kriterlere göre seçtiğiniz yapıtlar zaten kendiliğinden o ruhun bir parçası oluyor.
Sergilerinizi düzenlerken, kişisel istekleriniz ve profesyonellik dengesini nasıl sağlıyorsunuz? İsteklerinize göre hareket etme lüksünüz var mı?
Bana zaman içinde sanatçılar projelerini getiriyorlar. Sergi projelerime uygun olanları seçiyorum. Kuşkusuz bir eleme de söz konusu oluyor. Her proje benim açımdan geçerli değildir. Zamana ve ruha uymayabilir, yeterli olgunluğu erişmemiş olabilir. Tabii bunu sanatçılara açıklamak oldukça zor. Onları kırmamak gerekiyor. Kişisel isteklerim ve profesyonellik arasında böyle bir diplomasi söz konusu. Benim için geçerli olmayan sanat türlerinin yakınından geçmeyerek bu işi halletmeye çalışıyorum. Özgürlüğüm kısıtlanırsa, başarılı olmam mümkün değil. Küratörlerin böyle bir lükslerinin olması gerekiyor.
Sanatçı ve küratör arasında nasıl bir ilişki var?
Tabii ki profesyonel bir ilişki var. Ben küratör olarak sergilerin parasını ve yapılacak yeri buluyorum, kataloğunu hazırlayıp tanıtımını yapıyorum. Birçok sanatçıyı birleştirdiğim sergilerde benim profesyonel bir konumum var. Neticede ortada bir para dönüyor. Bugün en basit sergi 10 bin euro’dan başlıyor. Aynı zamanda bu paranın da yönetimini de yapan küratörler; sanatçıları, yapıtları seçip onların ücretlerini de ayarlıyor. Bu, ciddi bir sorumluluk.
Sergilerinizdeki yapıtları hangi kriterlere göre seçiyorsunuz?
Bu değişik bir konu. Kesin sınırları çizilmiş bir durum değil. Her sergiye göre değişiyor. Sergilerin konusu, mekanı, katılacak sanatçı sayısı tercihlerimi etkiliyor. Öncelikle sergi için önüme gelen yapıtları inceliyor, başka yapıtlarla olan ilişkisini ve söyleşisini bulmaya çalışıyorum. Bunları değerlendirip seçim yapıyorum.
Maddi kaygılar işinizi nasıl etkiliyor? Bu iş doyuruyor mu?
Açık söylemek gerekirse çok zaman işsiz kalıyorum. Serbest çalıştığım için düzenli bir gelirim yok. Zaman zaman kurumlarla çalıştım. Örneğin Borusan’la tam ilişki içinde iki yıl sergiler düzenledik. Kurumlara danışmanlık da yapıyorum. Ancak zaman içinde şunu anladım ki, benim bir kurumla uzun süreli çalışmam hem benim, hem de kurum için tehlikeli oluyor. Çünkü kurumların kendi kimliklerini düşünerek hareket etmeniz gerektiği için, küratör olarak kendinizi geriye çekmeniz gerekiyor. İşte bunun dengesini kurmak çok zor. Benim düşüncelerim ve kurumun düşünceleri arasında her zaman uyum olması mümkün değil. Ben çünkü radikal bir insanım. Hemen eleştiri pozisyonuna geçtiğim için kurumun kimliğini zedeleyebilirim. Bu nedenle kurumlarla daha çok sanat danışmanı olarak çalışıyorum. Küratör olarak tamamen özgür olmaktan yanayım. Bu da tabii kazancımı doğrudan etkiliyor, ama benim işim sanat olduğu için maddi kaygılarımı ön planda tutmam yanlış olur.
Yurtdışında bu denge nasıl?
Yurtdışında küratörler; devlet, yerel yönetim ve özel sektörün birlikte oluşturduğu kurumlarda çalışıyor. Orada, küratörler yaptıkları işlere göre değerlendiriliyor. Küratörlerin kimliği kabul edilip kurumlar onlara teslim ediliyor. Ama Türkiye’de aynı durum söz konusu değil.
Yurtdışındaki sanatçıları gözlemlediğinizde neler görüyorsunuz?
Avrupa ve Amerika’da sanatçıların olanakları oldukça iyi. Özgür bir sanat ortamı var. Ancak dünya sanatçılarının ortak sorunları olduğunu görüyorum. Bu, daha çok ekonomik sorunlar. Avrupa’da bir ölçüde çözümler bulunmuş. Çünkü vakıfların, devletin ve yerel yönetimlerin fonları var. Özellikle batı Avrupa ülkelerinde bu fonlar oldukça etkin.
Amerika’da oldukça az, bizde ise hiç yok. Çünkü ülkemizde bu fonların altyapısı yok.
Türkiye’de sizce gerçek bir sanat ortamı var mı? Etkinliklere daha çok kimler katılıyor, sizce gerçek sanatsever kimdir?
Tam anlamıyla gerçek bir sanat ortamı var diyemeyeceğim. Açılışlar daha çok sosyal karşılaşma alanı olarak kullanılıyor. Bu nedenle sanat ikinci planda kalıyor. Açılış dışındaki sergilere ve sanatsal faaliyetlere daha çok gençler, boş zamanı olanlar, gerçekten entelektüel olup sanat yapıtlarında dünyayı yorumlamak isteyenler katılıyor. Ama bu sayı oldukça düşük. Gerçek sanatsever; sanattan heyecan duyan, entelektüel, sanat yapıtlarında dünyayı yorumlamak isteyen kişidir.
“Türkiye, sanat ve kültür alanında yoksul. Oysa sanat ve kültür bilinçlenmeyi sağlıyor” diyorsunuz. Bu alanda zenginleşmenin yolu nedir?
Sanatta bilinçlenmeye gençlerden başlamak gerekiyor. Çağdaş Sanat Merkezleri’nin açılması bunu tetikleyecek en önemli unsurdur. Bu çalışmalar Anadolu’ya da yansıtılırsa sanat ve kültür alanındaki yoksulluğumuzdan kurtulur, bilinçli bir toplum haline geliriz.
Anadolu Kültür AŞ’nin Diyarbakır’da ve Kars’ta açtığı sanat merkezleri sanatı sevdirmek ve bilinçlenmeyi sağlamak için yeterli mi?
Bu çalışmalar bence büyük bir devrimdir. Eleştirel ve özgür düşünceyi yerleştirmek için çok önemli. Oralarda kendiliğinden bir sanat ortamı oluşuyor. Ancak tabii birden ciddi bir ortamın ve izleyicinin oluşması mümkün değil. Bu sadece bir adım. Bundan sonra, başka etkinliklerle bu bilinçlenmeyi beslemek gerekiyor.
Sanat, yaşam ve insan ilişkisine baktığımızda, yaşamda kalitenin yakalanmasında sanatın rolü nedir?
Türkiye’de insanlar tüketim ve medyanın yansıttığı bir dünya görüşüne kilitlenmiş durumda. Böyle bir kapalılığa hiçbir terapi fayda etmez. İster yoga yapın, ister spor yapın. Bunun yanında insanın düşüncesinin bilenmesi lazım. Aksi halde bugünkü dünyayı yorumlayamazsınız. Çünkü bilgi üstünde çok fazla denetim var. İnsan olarak eğer gerçeğe ulaşamıyorsanız orada insanlığınız budanmış demektir. Zihinsel açıdan zenginleşmeyi sanat sağlıyor. Sanat, kısa yoldan gerçeğe ulaşmanızda ve yaşamda kaliteyi yakalamanızda başrol görevini üstleniyor.
Yeni jenerasyonun sanata bakışını nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de sanatsal etkinliklere katılmak ekonomik olanaklara bağlı. Sanatla karşılaşan ve sanattan gereken doyumu ve gücü alan kesimin ekonomik durumunun iyi olduğunu görüyoruz. İstanbul gibi bir şehir de en az 10 tane çağdaş sanat merkezi olması gerekiyor. Böyle bir sanat ortamı olmadığı için gençlerin sanata ulaşması zor. Biliyorsunuz gençlik ciddi bir sorun içinde. Türkiye’de sokakta yaşayan 20 bin çocuk var. Oysa insanların tam bu dönemde kültür ve sanatla karşılaşma ihtiyacı var. Dolayısıyla gelecek için de kötü bir resim ortaya çıkıyor. Eğitim sistemimizdeki sanat dersleri de çok kısır. Hal böyle olunca gençlerin sanata ilgisi zayıf kalıyor.
Türkiye’de çağdaş sanatın gelişiminde bir dönüm noktası sayılan İstanbul Bienali’nin yapılanmasında etkin bir rol oynayarak, ilk iki bienalin koordinatörlüğünü ve sergi küratörlüğünü üstlendiniz. Çeşitli coğrafyalardan sanatçıların ve uzmanların bir araya geldiği bienallerin işlevi ve yararları nelerdir?
İstanbul Bienali uluslararası sanat ortamının dikkatini İstanbul’a çekmiş çok önemli bir sanat etkinliğidir. 1987’den beri kesintisiz olarak sürüyor. İstanbul Bienali’ni çağdaş sanat ortamının ivme kazanmasında en önemli etkinlik olarak görüyorum. Ama tabii iki yılda bir düzenlendiği için arada boşluk oluyor. Bu boşluğu dolduran etkinlikler gerçekleştirilirse daha olumlu sonuçlar alınacaktır. Bugüne kadarki bienallerde İstanbul’un, işlevini ve sorumluluğunu pek yerine getiremediğini de söylemem lazım. Çünkü bienallerde daha çok Batı’dan gelen sanatlar gösterildi. Artık değişeceğini umuyorum. Çünkü Türkiye’de çok önemli bir üretim var.
Türkiye’nin ilk modern sanat müzesi İstanbul Modern, nasıl bir boşluğu doldurdu?
İstanbul Modern Türkiye için çok önemli bir değişim. Bir olanaksızlık ve bir ütopyanın gerçekleşmemesi söz konusuydu. Bu da toplumda psikolojik bunalım yaratıyordu. Bu sıkıntı İstanbul Modern’le ortadan kalktı. Mimarisi ve şehirdeki konumu açısından fevkalade bir bina. Bence çok samimi bir yatırım. Eczacıbaşı oraya kendi kimliğini de koydu ve buna inanarak yaptı. Şu an içerikle ilgili bazı eleştirilerim var, ama bunun da zamanla değişeceğinden eminim. Orada çocukların eğitimine önem verilmesi de çok sevindirici. Küçük kuşak sanatla büyüyeceği için 10-15 yıl sonra sanattan anlayan bir kuşağı yaratmış olacak.
Hayallerinizi merak ediyorum. Her türlü imkan mümkün olsaydı İstanbul’da ve yurtdışında neler yapardınız?
Utanarak söyleyeceğim ama hala hayallerim var. Benim hayalim, konuşmamada da sık sık söylediğim gibi Türkiye’nin her kentine çağdaş sanat merkezleri açmak. Dolayısıyla Türkiye’de bir çağdaş sanat merkezi ağını kurmak. Böyle bir çalışma yapmak isteyenlere seve seve danışmanlık yapabilirim. Yurtdışında ise farklı ülkelerde kararlı ve sürekli olarak sergiler yapmak isterim. Bunların hayalini kuruyorum.