Salyangoz Dergisi, Kasım 2003 (Yayınlanmamış)

Kasım 2003

Salyangoz  Dergisi için Söyleşi (yayınlanmadı)

1.Bienalde konu aramak gerekli midir?

Öncelikle belirtmem gerekir ki, “bienal” konusu bütün boyutlarıyla Norgunk Yayınları’nda çıkan kitabımda (İki Yılda Bir Sanat) bütün ayrıntılarıyla incelenmiştir ve konuya eğilmek isteyenlere okumalarını öneriyorum; çünkü  bellek olmadan bu konulara girmek çok zor.

Bienal, herşeyden önce sanat alanındaki güncel söylemlerin, kuramların, düşüncelerin kitlenin önüne getirildiği bir forumdur; siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik, çevresel, bireysel  konuları kapsayan düşünce görsel, nesnel ve işitsel olarak göstrilmektedir. Dolayısıyla, bienalin yapılmasında herşeyden önce “düşünce” öne çıkmalıdır. Kuşkusuz, bu “konu” değildir; birçok konunun belli bir zaman diliminde, belli bir coğrafyada, belli kişi/kişiler tarafından derlenmiş, yorumlanmış, eleştirel bir süzgeçten geçirilmiş sonuçlarıdır. Farklı ortamlardan çok sayıda sanatçıyı, farklı ifade tekniklerini biraraya getirmeyi amaçlayan bir serginin çok geniş bir kitleye ulaşması için dikkat çekici bir söylem ve bu söylemi yansıtacak bir düzen, bir yöntem bulması  o etkinliğin etkisini pekiştirir ve kalıcı bir iz bırakmasını sağlar.

2. Küratörün seçtiği konsepte göre her sanatçı yapıt sunabilir mi? Bu sanat için ne kadar özgün olabilir?

Küratör konsept seçmiyor, var olan sanat üretimini inceliyor ve bu üretimin ortaya koyduğu söylemleri ayıklıyor ve kendisinin de katıldığı bir söylem dilimini seçiyor; gerçekte küratör sanatçıların düşüncesini, söylemini izleyen kişidir ve bu izleme sonucu söz konusu sanatçıları kitleye taşımak için bir görev üstlenir; kuşkusuz bu, sanat sisteminin “uzmanlaşma” süreci içinde sanatçı, sanat piyasası, sanat kurumları ve kitle arasındaki alış verişe ilişkin bir “aracılık” görevidir. Kimi zaman küratörün sanatçının “koruyucusu” olduğu da söylenebilir; sanatçıyı kurumların ve sanat piyasasının koşullarına karşı koruyan kişi… Sanatçı ve küratör arasındaki ilişkinin çeşitli yönetmleri var: Küratör araştıma yapar ve üretimini/söylemini önemli bulduğu sanatçıları seçer; sanatçı, çalışmasını önemli bulduğu küratöre kendini tanıtır; resmi ve özel kurumlar küratöre önemli buldukları sanatçıları tanıtır; sanat piyasası küratöre önemli buldukları sanatçıları önerir. Bu ilişkilerde ayrıntılı süreçler vardır; bir “ahlak” söz konusudur. Bu “ahlak” içinde yaşadığımız siyasal, ekonomik, toplumsal süreçlere, farklı coğrafyalardaki modernist/post-modernist süreçlere, küreselliğin boyutlarına ve algılama biçimlerine bağımlıdır.

Eğer, sanatçı küratöre bir yapıt sunuyorsa, küratör bunu neden seçip neden seçmediğinin hesabını vermek zorundadır. Küratör sanatçıdan yapıt istiyorsa, neden istediğini de bilmelidir. Sanatçı için de aynı durum geçerli. Sanatçı, hangi küratörü, neden seçtiğinin bilincinde olmalıdır. İşin içine sanat söylemleri ve sanat üretimi dışında “nedenler” karıştığı zaman işin özü bozuluyor; bu nedenler tanıtım ve piyasa koşullarını içerir ki, çelişkili olarak ne küratör, ne de sanatçı bundan kaçabilir.

Gerçekte bu ilişki, belli zaman diliminde, belli bir coğrafyada, belli koşullar altında sanatçı ve sanat işini yürüten arasındaki bir diyalog ve anlaşmadır; burada ısmarlama ve zorlama gibi sapmalar söz konusu olduğunda ortaya çıkan sonuçta bu okunabilir. Bu ilişkideki iç sorunlar, çelişkiler ve sapmalar her iki tarafın üstlendiği risklerdir; ortaya çıkan sonuçta bunun başkaları tarafından “okunabilinir” olmasını da göze almaları gerekir.

Sanatçıyı kimse yok edemez; kendisinden başka…Sanatçı, popüler kültüre, tüketim kültürüne, güncel siyasal akımlara, devlet veya sivil kurum ve kuruluşlarının kültür politikalarına boyun eğen/ hizmet eden türde birşeyler üretmeye başladığında yok olur. Mevcut kültür sanayii içinde, sanatçı kendi konumunun bilincinde olmak zorunda; gerektiğinde, çelişkiye düşmemek için evet/hayir yanitlarini iyice tartmak zorunda. Sonuçta, eğer söylemi/üretimi için çelişkili bir durum yaratacaksa, bienale davet edilse bile katılmamayı bilmek zorundadır.

8.Istanbul Bienali özelinde, bu söylediklerim ne kadar geçerli, bunu tartışmak gerekiyor.

Uluslararası çapta ünlü küratörlerin Istanbul Bienalini yapmaları son derece önemlidir; bu küratörlerin çoğu söylemi, sanatçı ve yapıt seçimiyle önemli sergiler yapmış ve küresel sanat eyleminin yapı taşlarını oluşturmuştur. Ancak, her küratörün Türkiye’yi tam ve eksiksiz anlamasını beklemek yanlış olur; burada uzun süre yaşayan yabancılar bile, Türkiye’yi bir yere kadar anlayabiliyor. Biz Türkiye’yi anlayabiliyor muyuz? Küratör, ister istemez , kendi algı/anlama/bilgi gücüne koşut olarak bir söylem çıkarabiliyor. Dan Cameron, bir ABD’li olarak konuya oldukça siyasal yaklaştı ve Türkiye’nin dikkatini çekecek bir söylemle çıktı. Ancak, Türkiye’deki sanatçıları, genelde dosyalarına bakarak inceleyebildi. Tanınmış bir sanatçının Dan Cameron’a dosya göndermesini de beklememek gerekir; burada bir iletişimsizlik söz konusu. Yabancı küratörlerin Istanbul Bienali için daha geniş bir çalışma zamanı ayırmaları gerekiyor. Küratörlerin sanatçı seçmek için başka aracılar kullanması, polemiklere yol açabiliyor; çünkü her sanat ortamında farklı görüşlerde gruplar olabailir, bu gruplar arasında tartışma ve dahası gerginlik olabilir. Bu da yabancı küratörlerin yerel ortamdaki dengelere dikkat etmeleri gerektiğini işaret eder.

Yenilik konusuna gelince…

Bildiğiniz gibi “yeni” modernizmin ülküsüdür; post-modernizmde ve onun uzantısı küresellikte “yenilik” diye sunduğunuz herşey  siyasetin ve tüketim ekonomisinin startejisidir. Bugün sanatta iki şey yapılıyor: Simulasyon  ve Metafor Üretimi. Modernizmde sanatçıların dünya düzenini değiştirmek ve yerine yenisini getirmek gibi ülküleri vardı; bugün böyle bir şey söz konusu olamaz. Yeni bilgi bize yalnız bilimsel araştırmalar sonucunda geliyor; bu bilgi teknolojiye dönüşüyor ve yaşamın içine yerleşiyor. bu bilgiyi kullanma yöntemlerinde ise bir yenilik yok! Yeniyi üretmek iddiası, sanatçının da küratörün de içinde düşmemesi gereken bir tuzaktır.

Istanbul Bienali’nde hiçbir sanatçının “yeni” bir iş üretmiş olma iddiası taşımadığını düşünüyorum; bildik teknolojilerle bildik  küresel konular/sorunlar bireysel bakış açılarından – varsayalım ki gerçekten bireysel bakış açıları vardı – dile getiriliyordu. Kuşkusuz, burada “eski” daha gündemdeydi; özellikle resim ve desenlerde, dekoratif yönü ağır basan işlerde ve belgesel film niteliği öne çıkan videolarda…

Mekan sorununa gelince…

Bu konuda lütfen yine kitabımdaki düşüncelere bakmanızı önereceğim…

Tarihsel mekanların bir sanatçı tarafından nasıl kullanılacağı, nasıl yorumlanacağı geçen yüzyılın ikinci yarısında onlarca sanatçı tarafından kanıtlanmıştır; bir bellek söz konusudur. Bu konuyu yeniden keşfetmek çok garip oluyor. Sanatçı eğer tarihsel mekana duyarlı değilse, orada iş üretmemelidir; ya da başka yerde sergilediği işi getirip oraya koymamalıdır. Örneğin, Ayasofya’daki işler gerçekten anlamsız ve çirkin; belki işlerin kendisi bir anlam taşıyor, ama o ortamda anlamını yitirmiş. Tony Feher’in camlara mavi şeritle müdahelesi bile çok doğrudan ve dekoratif… Yerebatan, kuşkusuz daha iyi duruyor – yani kötünün iyisi olarak – ancak, haklısınız burada herkez ışık ve video ile iş üretmek zorunda kalıyor. Mekan yapıtı dekorasyona dönüştürüyor. Venedik Bienali’nde “mekan” en büyük sorundur. Ağır barok dekorasyonlu Palazzolarda yapılan sergilerden pek hayır gelmez. Bienal pavyonları ise, 20.yy mimarisinin bütün ideolojik görüntüsünü içeriryor ve o mekanları da kullanmak sanatçıyı zorluyor. Örneğin 47. Bienalde Yunanlı sanatçı Dimitri Alithinos, Yunan pavyonunun zeminini kaldırdı ve içine bir yapıt gömdü. Hans Haacke de Almanya pavyonunun zeminin parçaladı. Bu yıl Samtiago Sierra ispanya pavyonunun girişine duvar ördü. Temelde bir yapıtın nerede ve neden üretildiği sorusu çok önemli; bu soruyu sollamamak gerekiyor.

Devlet sanat ilişkisine gelince…

Devletin kültüre ve sanata yatırım yapması, eğitime  ve sağlığa yatırım yapması ile eşdeğerdir. Devlet doktorların nasıl ameliyat yapacağına karışamaz, ama hastane kurmak zorundadır. Devlet eğitimin biçim ve içeriğine karşışıyor ve sonucunu görüyoruz. Sanatçıya da karışamaz, ama sanatçı için altyapı yaratmak zorundadır. Sanat, küresel ekonomi sistemi içinde bir olgudur ve oradaki bütün koşullar sanatçılar ve sanat işleriyle uğraşanlar tarafından değelendirilmelidir. Devletin kültür politikası, ülkenin sanat üretimini izleyerek ve kabul ederek oluşturulmalıdır.

 

© beral madra / ekim 2003-10-22