Beral Marda: Bienal Türkiye’de 20 yıldır süren bir etkinlik. Türkiye’de 20 yılı doldurmak kültür ve sanat etkinlikleri açısından kolay değildir. Kuşkusuz bienalin bir tarihi var; düşünüp gündeme getirilmesinden bugünkü duruma kadar olan dönem bienalin tarihini oluşturuyor. Türkiye’de bienal ve küratör sözcükleri alışılagelmiş kelimeler değil. Bu yüzden bienal daha geniş kitleler tarafından anlaşılsın diye, “iki yılda bir”, küratör yerine de sergi yapımcısı demeyi tercih ediyorum. Bienal tarihi denildiği zaman oldukça geçmişe gidilebilir, koleksiyonculuğa kadar: Roma İmparatorluğunun bütün Yunan medeniyetini toplayıp, Roma’ya taşımasından başlayan bir süreç diye düşünebiliriz bunu. 19. yüzyılın sonunda büyük sergiler adı altında bir takım emperyalizmin, koloniyalizmin sonuçları olan sergi türleri görülüyor Avrupa’da. Bunlar için büyük cam sergi alanları yapılıyor. Bu cam mekanların içinde; Asya, Afrika, Güney Amerika malları Avrupa’nın ayağına getiriliyor. Elbette bu çok Avrupa merkezci bir yaklaşım. Bienallerin temelinde bu büyük sergiler yatıyor. Sanırım Venedik Bienali de ilk bienal olarak bu anlayıştan doğmuş. Basit bir burjuvazi ya da bugün “life style” dediğimiz mesele bunun arkasında yer alıyor. O da şu: Kış aylarında herkes Paris’e, yaz aylarında ise herkes Venedik’e doluşuyor. Venedik çok küçük bir şehir, ancak doğuya açılan limanı sayesinde önem taşıyor. Bu yüzden “egzotik” malın gösterilmesi durumu talep gören bir şey. Avrupa sosyetesinin yaz aylarında orda kalması için böyle bir etkinlik düzenleniyor. Bizim anladığımız türde başlangıç noktasını Venedik Bienali oluşturuyor.
“Küratörlük ancak 80’li yıllarda gündeme geldi.”
Serkan Zihli: Peki bu durumdan günümüzdeki bienal sistemine, işleyişine nasıl geçildi?
B.M: Başlangıçtan beri “ulusal pavyonları” görüyoruz. Bunların içinde daha çok resim ve heykel gösteriyorlar. Pavyonlara sahip olan ülkeler, kendi kültür politikaları doğrultusunda hareket ediyor ve resmi kanallardan bir kişi tayin ediyorlar. Bu kişiye İtalyanca “komiser” deniliyor. Komiser pavyondan sorumlu olan kişi demek. Bugün hala bu sözcük geçerlidir. 1930’lu yıllarda 2.Dünya Savaşı öncesi Nazilerin ve faşistlerin ortaya koyduğu kültür politikası son derece farklı bir politika ve bu politika Venedik’e de yansıyor tabii. Örneğin, o dönemde “fütüristler” Mussolini ile yoğun ilişkideler ve onların sergisinin yapıldığını biliyoruz. Hitler’in Alman pavyonunu ziyareti de belirgin olarak tarihe geçmiş durumda.
60’lı ve 70’li yıllarda ise İtalya’da sol eğilimler yükseldi ve sergilerde bir devrim oldu denilebilinir. En azında İtalya pavyonu sanatçı örgütlerinin eline geçti ve onların denetiminde sergiler yapıldı. Hatta büyük protestolarla yapılan sergiler gerçekleşti. 80’li yıllara gelene kadar elbette Venedik Bienali’nin bir sanat yönetmeni vardı. Ama bunun adı küratör değildi. Küratörlük ancak 80’li yıllarda gündeme geldi.
“Pazar mekanizması günümüze değin akılcı bir şekilde gelişerek dünyaya yayılmayı sistematik bir duruma getirdi. Birinci derecede kültür sanayinin asal parasının döndüğü fuarlar yoluyla sanat kriterleri dünyaya yayıldı, ikinci derecede de bienaller yoluyla… Venedik bienali Avrupa merkezci bir kültür politikasının en yoğun gerçekleştiği yerken, şimdi bu özelliğini kaybetmiş durumda, buna bağlı olarakta diğer bütün bienaller kaybetmiştir. ”
Hale Diledi Kazan: Pek çok yazınızda kültür kriterlerinin New York ve Avrupa başkentlerinde belirlenip dünyaya ihraç edildiğinden, dışarıdaki bu sistemin çok güçlü olduğundan bahsediyorsunuz. Peki bunun somut örneklerine İstanbul Bienali’nde rastlıyor muyuz?
B.M: Kültür sanayi sisteminin 20. yy’da temeli atılmış ve kapitalist sistemin öngördüğü bir takım koşullar çerçevesinde kültür sanayide kendini biçimlendirmiş.
20.yy’ın ortasında gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu kültür sanayinin hem kendi iç pazarı hem de dış pazarı vardı. Bu ikisini de besleyecek güce erişmişti. İç pazarda fuarlar, özel galeriler ve modern sanat müzeleri içinde her türlü modernist akım örnekleri yer alıyordu. Bir yandan da bu gelişmekte olan sanayi kuruluşu güncel sanatı da bir şekilde besliyordu. Bir yanda koleksiyonlar müzelerde kurumsallaştırılırken, bir yandan da güncel sanatın gelişmesi sağlanıyordu. Bunun en ilginç örneği “pop art” tır. Avrupa’daki ismi ise “neorealist”. Bu ikisi de dünyaya ihraç edilmek üzere programlanmış iki büyük akımdır. Pazar mekanizması günümüze değin akılcı bir şekilde gelişerek dünyaya yayılmayı sistematik bir duruma getirdi. Birinci derecede kültür sanayinin asal parasının döndüğü fuarlar yoluyla sanat kriterleri dünyaya yayıldı, ikinci derecede de bienaller yoluyla. Bu o kadar yükselen bir trend ki…Bugün ise şu konuşuluyor: Art Miami fuarı, Armory Show, Frieze, Madrid Arco, Art Basel fuarı bütün sanat kriterlerinin elekten geçirildiği ve o senenin trendi olarak sunulduğu alanlar olarak değerlendiriliyor. Zaman içinde bir kayma söz konusu. Venedik bienali Avrupa merkezci bir kültür politikasının en yoğun gerçekleştiği yerken, şimdi bu özelliğini kaybetmiş durumda, buna bağlı olarakta diğer bütün bienaller kaybetmiştir. Venedik bienalinin bu Avrupa merkezci konumunu kaybetmesinin bir nedeni de kuşkusuz 90’lı yıllarda yükselen diğer bir trend. “Multi-culturalism” , “ötekilik”…vb. dediğimiz bir zamanların 3. dünya ülkelerinin ya da 4. dünya ülkelerinin sanat kriterlerinin gelip, yüksek sanatın içine yerleşmesi ve bunun AB ve ABD’deki sanat kriterlerini değiştirmesi. Yani sanat piyasasıyla bu büyük sergiler arasındaki ilişki sürekli birbirinin içine geçiyor ve birbirinin alanını işgal ediyor. İstanbul Bienali de bu anlattığım trend içinde ortaya çıktı. Yani iyi bir zaman yakaladı diye düşünmek lazım. 80’lerin sonunda post-yapısal, post-kolonyalist söylemlerin ortaya çıkması, modernimin homojen olmadığı, farklı modernimler olduğu ve bunları birbirlerini etkilediği düşüncesiyle de bazı başkentlerdeki kültür sanayi sistemi içinde bir takım kırılmalar oluşmaya başladı. Yeni nesil sanat uzmanları ve sanatçıları Avrupa merkezci bir sanatın ve sanat ürünlerinin yeterli olmadığını, bunun içine başka modernizmlerin belleğinin, bilgisinin ve konseptlerinin girmesi gerektiğini düşünmeye başladılar. Bunlar olurken İstanbul Bienali de bu haritanın içine girdi diyebiliriz.
“ Uluslararasılığın iki türü var: Biri ‘hakiki’ uluslararasılık ikincisi ‘yapay’ uluslararasılık… Gerçek uluslararasılık, kültürel açıdan uluslararasılık; üretimin uluslar arası bağlamda, uluslararasına doğru üretildiği bir süreçtir.”
H.D.K: Peki sizce uluslararası olmak ne demek? Buna göre İstanbul bienali ne kadar uluslararası olabildi?
B.M:Uluslararasılığın iki türü var: Biri ‘hakiki’ uluslararasılık ikincisi ‘yapay’ uluslararasılık. Hakiki uluslararasılıkta, değer taşıyan aydınlar bir takım şehirlere gelir, o şehirlerde yaşar, üretir ya da o şehirlerde üretir başka şehirlere gider ya da o şehirlerde esinlenir başka şehirlere gider ve o şehirlerde üretir. Gerçek uluslararasılık, kültürel açıdan uluslararasılık; üretimin uluslar arası bağlamda, uluslararasına doğru üretildiği bir süreçtir. İstanbul’da bu anlattığım şey tekil örnekler olarak var. Bizim yaratıcılarımız dışarıda yaşıyorlar. Biz uluslararacılığı biraz kaçırıyoruz, bu yüzden ben ‘hakiki’ uluslararacılığın burada gerçekleşmediğini düşünüyorum. Gelelim ‘yapay’ uluslararacılığa; yapay uluslararacılık istemediğimiz kadar var. Bu durum doğrudan doğruya küresel kapitalizmin dayattığı bir görüntü. İstanbul Bienali ise hiç değilse iki yılda bir geniş bir uluslararası kitleyi en azından bir hafta getiriyor buraya. Ama onda da şöyle bir sorun var: Geçen sene 2000 kişinin geldiği söylendi, bu kişiler burada kiminle karşılaşıyor, sinerji yaratılabiliyor mu? Bu soruları sormamızda fayda var.
H.D.K: Herkesin bildiği üzere Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA’nın başkanısınız. Sizce çağdaş sanatta sorgulama mekanizmaları nasıl çalışıyor? AICA bu bağlamda neler yapıyor?
B.M:AICA Türkiye 72 ülkede şubesi olan büyük bir uluslararası derneğin Türkiye’deki şubesi. AICA’nın ana amacı sanat eleştirisidir. Günümüzde sanat olayları disiplinler arası olarak yaygınlaştığı için bu sanat eleştirisinin kapsamı da çok gelişti. Bugün AICA’ya sosyolog, antropolog, yayıncı, küratör gibi farklı mesleklerden insanlar üye olabiliyor. Ancak üye olmanın koşulu bu insanların 20.yy sanatı üzerine düşünsel üretim yapıyor olmaları. AICA’nın amacı kültür ve sanat alanlarında düşünsel üretim yapan insanların özgür ve bağımsız bir şekilde üretim yapmalarını sağlamak, eğer bu üretimi yapamıyorlarsa onların sorunlarına çare bulmaktır. Eğer sanat eleştirisi bir kurumun içinden yapılıyorsa, o kuruma orda ne kadar özgürlük var diye bakmak gerekir.Bu durumda “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” birer ölçüttür. Sanat eleştirisi sanatın estetiğini, türünü, trendini, gidişatını etkileyebilir mi diye düşündüğümüzde; gündelik eleştiriler gidişatı etkilemiyor ancak felsefe, sosyoloji, siyaset bilim ve diğer alanlardaki aydınların sanat üretimlerini etkileyecek türde söylemler ortaya çıkarmaları sanat üretimini etkiliyor. Yani bir yapısalcı dönemdeki sanat üretimi gerçektende yapısalcı döneme uygun bir sanat üretimi olarak düşünülebilir. Mesela minimal sanat ve kavramsal sanat. Ancak post-yapısal bir söylem gelişmeye başladığı andan itibaren minimal sanat ve kavramsal sanat dönüşmeye başladı. Yani demek istediğim bir takım düşünürlerin izinden giden sanatçılar var. Yoksa bu durum güncel eleştiriyle sınırlanabilecek bir şey değil. Bugün gazetelere sanat yazısı yazmakla bir sanat yapıtının değişeceğini zannetmiyorum.
“Bienal tarzı sergilemeler; yani çok farklı sanatçıların, farklı ülkelerin yan yana gelip, kısa bir süre içinde belli bir ortamda sergi yapmalarını doğrudan doğruya kültür sanayinin ve küresel kapitalizmin bir parçası olduğu düşünülüyor. Yani bienaller gerçek anlamda bir iş kolu konumundalar…Bienalin yapısındaki bütün işlevlere bakıldığında tamamen bir ticaretin söz konusu olduğu görülebiliyor…”
S.Z: Çağdaş sanatın geleceğine dair ne düşünüyorsunuz? Bir sonraki aşama ne olabilir? Bienaller kendilerini nasıl konumlayacaklar? Yeni sergi platformları neler olabilir?
B.M:Aslında Bienaller artık yoğun bir şekilde eleştiriliyor. Yani tam olarak bienal demeyelim de, bienal tarzı sergilemeler; yani çok farklı sanatçıların, farklı ülkelerin yan yana gelip, kısa bir süre içinde belli bir ortamda sergi yapmalarını doğrudan doğruya kültür sanayinin ve küresel kapitalizmin bir parçası olduğu düşünülüyor. Yani bienaller gerçek anlamda bir iş kolu konumundalar. Gerçi henüz Türkiye’de bu böyle değil. Ama Venedik Bienali Avrupa için büyük bir iş kolu durumunda. Bienalin yapısındaki bütün işlevlere bakıldığında tamamen bir ticaretin söz konusu olduğu görülebiliyor: Taşımacılık, sigortacılık, paketleme,
sergileme sistemleri, ışıklandırma sistemleri, tanıtım sistemi…vb. Bunun içinde tabi ki turizm sektörü, seyahat sektörü de var. Yani çok farklı sektörler işin içine girebiliyor. Demek ki burada tamamen kapitalist sistem içinde bir yapılanma var. Bu yapılanmanın diğer yapılanmalardan farkı bunun içindeki eleştirel düşüncenin varlığıdır. Eğer bu paketin içinden bir eleştirel düşünce, dünyaya bir mesaj çıkmıyorsa o işin başarılı bir sanat işi olduğunu söylemek yanlış olur. Geleceğe yönelik konuşmak gerekirse bienal olmayan yerlerdeki etkinlikler şöyle bir kaygı içinde: Biz kitlelerle iletişim kuramıyoruz kaygısı. Hem kurumlar hem de sanatçılar aynı kaygıyı taşıyorlar. Kitlelerle, farklı insan gruplarıyla iletişim kurmak, karşılıklı etkileşim için bir şeyler üretmek için ne yapmalıyız diye soruyorlar. İkinci katmanda ise Avrupa’da şunu görüyorum; sanatçılar tekil halde sahneye çıkmaktansa daha çok gruplar halinde çalışmaya başladılar. Farklı disiplinlerden sanatçılar bir araya geliyor, iki-üç sene birlikte çalışıp bir üretim yapıyorlar, ortaya bir proje çıkarıyorlar. Üçüncü katmanda ise her yerde özelleştirme var; devlet ve yerel yönetimler eskisi gibi olayı desteklemiyorlar. Ancak şunu da söyleyeyim, desteklemediklerini söyledikleri ortamda büyük proje havuzları var yani başvurulup, proje için gerekli paranın bulunabileceği para havuzları bunlar. Bu havuzları yerel yönetimler, devlet, vakıflar ve özel sektör dolduruyor. Bu havuzları yöneten, projeleri değerlendiren birde experler var. Bu durum Avrupa’da işleyen bir sistem. Bu sistem olmadan zaten bu işler dönmüyor. Çünkü yaratıcı insanın para bulup, projesini hayata geçirmesi gerekiyor. Malesef ki Türkiye’de bu sistem henüz kurulmuş değil. Bizde para kamusal alana döküleceğine tekelleşiyor. Bu durum bu işin sonunu getirir. Bu durumda hiç bir yaratıcı insan proje yapamaz hale gelir. Bu fonların şeffaf, sürekli, hakkaniyetli bir şekilde ortaya konması ve yaratıcı insana verilmesi lazım.
Hale Diledi Kazan