İMKB sponsorluğundaki Egokaç temalı 7. Bienalimiz İstanbul’a neler getirebilir?
7. Bienali gerçekleştiriyor olmamız çıkmaz sokakları bol olan Istanbul sanat ortamı için “olağanüstü” demiyelim, ama ona yakın birşeydir. 6.Bienal depreme karşın yapıldı, bu bienal de ekonomik/siyasal krize karşın yapılabiliyor. Bu, Istanbul’a özgü bir isteğin ve direncin ifadesidir.
Istanbul’da gerçekleştirilen bütün kültür etkinlikleri gibi bienalimiz de “popülerleşti(rildi)ği” ölçüde Istanbul halkının dikkatini çekiyor; dolayısıyla “Egokaç” gibi “bu da neyin nesi ?” dedirten başlıklar bulmak ya da merak uyandırmak için aylarca ser verip sır vermeyen bir organizasyon yapmak da kaçınılmaz oluyor.
Bütün bienallerde olduğu gibi bu bienalde Istanbul’a uluslararası sanat ortamının ünlüsünü/ ünsüzünü, tazesini/bayatını, ağırını/hafifini getirecek, yerel ortama şöyle bir değip geçecek, ama bir yandan da şöyle bir silkeleyecek, katılan mutlu, katılmayan mutsuz olacak, gençlik dünyaya açılmanın önemini ve zorluğunu bir kez daha anlayacak, dünya sanat basını ve medyasında Istanbul bir kez daha gündeme gelecek…
Ancak, derin bir entelektüel iz bırakması zor; çünkü bizim entellektüellerimizin çağdaş sanat yapıtının düşünsel boyutunu ve etkisini tam olarak benimsediklerini söylemek güç. Ayrıca, terim yerindeyse, 4.Bienal’den bu yana iş biraz “züğürdün malı yoksulun çenesini yorar” biçiminde oluyor; bir paket hazırlanıyor, Istanbul’a getiriliyor, içinden çıkan hakkında övgü dışında herhangi birşey söylensin istenmiyor… Bekle ve gör, izle ve beğen, gerisine karışma gibi bir stratejiyle sürdürülüyor, bizim bienalimiz.
Başka bir deyişle, Bienal Istanbul’a birşeyler getirirken aynı zamanda uluslararası sanat ağına egemen olan çevrelerin – ki bu çevreler bize hala çok uzak – denetleyici/yönlendirici gücünü de gösteriyor; yani “bağımsız” bir bienal yapmanın olanaksızlığı her kez vurgulanıyor.
Bienal dediğimiz şey artık gerekli midir?
Adı ne olursa olsun – burada bienalin “çoğulcu büyük sergi” anlamını taşıdığını varsayarsak – bu tür sergiler gereklidir. 1950’den sonra uluslararası sanat ortamı büyük sergiler sistemi üstüne yapılanmıştır; 1980’lere kadar konu “ulusal sanat” gösterisiydi, 80’lerde bu “ülke kimlikleri” ve “bireysel mitolojiler” oldu, 90’larda da “küresellik” kavramı sürdürüldü. Büyük sergiler aynı zamanda büyük pazarın bir parçasıdır; yapıtların satın alınması ve sanatçıların sirkülasyona girmesi için çok önemli bir platformdur. Türkiye’li sanatçıların bu platforma tam anlamıyla çıktıklarını söylemek zor; bu konuda geçen yıl Radikal’e yazdığım yazı tepkiyle karşılandı, ancak o gün bu gündür göze görünür, dişe dokunur bir gelişme yok! Eğer Türkiye’de çağdaş sanat altyapıları ve yapıt alan koleksiyoncular olsaydı, bizim bienalimizin de amacına ulaştığını söyleyebilirdik.
Bienal gereklidir, çünkü bienal aracılığıyla güncel söylemler yaratılıyor ya da sanatçıların yarattıkları söylemlere sahip çıkılıyor; ülkelerin kültür politikalarında bienallerin yeri önemli. Bienallerde eskiye oranla çok farklı ülkelerden sanatçılar bu olanağa sahip oluyor ama yine de bienallerin ekonomik gücü olan devletler tarafından yönlendirildiğini bilmek gerekiyor.
Venedik’ten sonra, Dünya ve Türkiye ölçeğinde bu temayı ve Bienali nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu temanın daha öncekiler gibi “oryentalist”, “turistik”, “romantik” olmaması, “gerçekçi” olması, bireyin durumunu irdelemeye yönelmesi sevindirici. Türkiye’de siyasal, ekonomik, toplumsal travmalar yüzünden insanların içedönük olduklarını biliyoruz; dahası, insanların Ahmet İnsel’in Radikal II’deki yazısında çok isabetli olarak belirttiği gibi içe-patlama yaşaması karşısında Hasegawa’nın bu tür bir dışa-açılma, paylaşma/katılma önermesini ilginç buldum. Umarım yapıtlar da bu temaya uygundur ve izleyicide beklenen yankıyı bulur.
Istanbul Bienali’nin Venedik Bienali’nden sonra olması sıcak bir karşılaştırma yaratacak; ancak Venedik Bienali ve Dokumenta Kassel rakip kabul etmeyen büyük sergiler. Uzun bir süredir Istanbul Bienali’nin bulunduğu bölgenin söylemlerine ve sanat üretimine sahip çıkması gerektiğini söylüyorum; farklı özellikleri barındıran bir megapolün bienali olarak Avrupa merkezci büyük sergilere karşı bir çekim alanı oluşturması gerekiyor ki, bunu henüz yapabilmiş değil. Bienal düzenleyicilerinin belirgin konumları, savları ve üretimleri olmazsa, büyük sergileri yönlendiren odaklardaki uzmanların oluşturduğu ağın aktörlerinden birisi değillerse bu işlevin gerçekleşmesi zor görünüyor. Bienali yapmak üzere davet edilen yabancı küratörler ise aydınlarla, sanat ortamıyla gereken ilişkiyi kurmadıkları için bu tür bir misyonu yerine getiremezler; dahası böyle bir misyonu üstlenmeyi düşünmezler bile…
Yalnız içinde bulunduğumuz bölge değil, Avrupa Birliği ülkelerinin de sorunları derin ve karmaşık; Istanbul Bienali’nin bunu kullanması gerekiyor. Yakın geçmişte biribirine değmeyen, birbirinden nefret eden kültürlerin aynı kentte ve mahallede yanyana varolması sürecini yaşıyoruz. Sanatçılar bu dokunun içinden çıkıyor ve gündelik olan/güncel olan sanat yapıtlarında metaforlaştırıyorlar. Bienallerin bu dokuyu nasıl gösterdikleri önemli; işi hafife almak da var, ciddiye almakta… Bienali kitlelere kabul ettireceğim diye “light” yapmak ya da popülerleştirmek sakıncasını göz ardı etmemek gerek.