Mega kültür içinde Türkiye’nin konumu

3-ÜÇÜNCÜ ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİNDEKİ ÇELİŞKİLER

3. Uluslararası İstanbul Bienali’nden sorumlu olanların, basın toplantısında uluslararası sanat sisteminin uzmanlarına, Türkiye’nin mega kültür ve kültürler arası diyalog içindeki yerini açık seçik, güvenli ve güçlü bir biçimde yansıtmamaları, bu topluluğu doyurucu bir konuşma yapmamaları, durumumuzu, amaçlarımızı, hedeflerimizi ve planlarımızı dile getirememeleri, endişelerimizi doğrulayıcıydı. Bu konuların bienal kataloğunda etkin bir biçimde dile getirilmiş olacağını umut ederek, yazıları dikkatle inceledik.

Sanatçı, sanat eleştirmeni, küratör, eğitimci ve bienalin danışma kurulu üyesi Sayın Jale Erzen katalog önsözünde, Türkiye’nin mega kültür içinde yer alabilmesinin önkoşulunun, uluslararası kültürel süreçleri eşzamanlı olarak yaşamak olduğuna değinerek, çağdaş sanat ortamımızın en önemli sorununu, hiç gereği yokken, uluslararası sanat ortamında tartışmaya açmış oluyor. İkinci paragrafta ise, “kuralları önceden belirlenmiş bir bienal modelinin uzun deneyimlerden geçmeden hedefine ulaşamayacağını” ileri süren çelişkili bir tümceyle karşılaşıyoruz. Daha önce yapılan bienaller kuralları önceden belirlenmiş bir modele göre yapıldığı için ve deneyimlerden geçmediği için, hedefine ulaşamamıştır; bu bienal, kuralları önceden belirlenmiş bir modele göre yapıldığı ve uzun deneyimlerden geçmediği için, hedefine ulaşamayabilir, gibi çelişkili sonuçlar çıkarabileceğimiz bu düşünceler, uluslararası sanat uzmanlarına çözemeyecekleri bir bilmece sunmaktadır. Erzen, daha sonraki paragraflarda 3. Uluslararası İstanbul Bienali’nin daha önceki iki bienalden farklı olduğunu belirtiyor; artık burada, sanat uzmanlarına önemli bir ipucu vereceğini düşünürken, bu farkın “farklı kültürleri tek çatı altında toplamak ve izleyicinin daha kolay algılamasını sağlamak” olduğunu öğreniyoruz.

Daha önceki bienallerde, sergiler değişik tarihsel alanlarda yapıldığı için, izleyicinin algılama güçlüğü çektiği, bu bienal tek çatı altında birleştiği için serginin tüm olarak algılanabileceği, gibi bir savı var, Erzen’in. Erzen, burada hem iki bienalin başarısı üstüne gölge düşürüyor, hem de Türk izleyicisinin algılama gücüne! Bir kaç yöne çekilebilecek, üstü kapalı sözlerle geçiştirilmeyecek kadar önemli bu yorumlar 3. Bienalin katalog önsözünde yersiz kaçıyor ve bienalin gerçek maç ve hedefini gölgeliyor.

Bienal katalogu önsözünde de, bienal kavramı konusunda kayda değer bir bilgi alamadan, katalogun sonunda yer alan, Vasıf Kortun’un Türkiye sergisi ile ilgili yazısına başvuruyoruz. Artık bu yazıda üç yıl boyunca hazırlanan bienal kavramıyla ilgili bir şeyler bulabileceğimizi umut ediyoruz.

Kortun, “Mekan Ruhu Olarak İstanbul” yazısında, megalopol ve metropol kavramları için sözlük ve ansiklopedi bilgileri verdikten sonra, İstanbul’un megalopolleşmesinin “sıçrama”da yattığını belirtiyor. Sıçrama sözcüğünün karşılığı olarak, Almanca “Ursprung” sözcüğünü kullanıyor. Bildiğimiz kadarıyla Almanca’da “sprung” sıçrama, “ursprung” “köken”dir. Buradaki “sıçrama” belki, “mutation” olmalıdır. Yine bildiğimiz kadarıyla, İstanbul, bir “sıçrama” kentinden daha çok bir “Ursprung”, ya da bir süreklilik kentidir. Burada kültürler kesintiye uğramadan birbirini izlemiş, birbirini aşılamış, birbiri içine geçmiştir. Yaklaşık elli yıldır Bizans ve Osmanlı kültürü kalıntıları Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıl sonu liberal siyaseti ve ekonomisi içinde turisttik tüketim malı olarak varlığını sürdürmekte, Bizans ve Osmanlı’dan bu yana toplumsal yapısını değiştirmemiş olan Anadolu halkı da kentleşme sürecinin deneyimlerini İstanbul’da (ve öteki büyük kentler) geçirmektedir; şimdilerde sanayileşme ve kentleşme sürecindeki kitleler kültürlerini İstanbul’a aşılamaktadır.

Kortun, yazının bundan sonraki bölümlerinde Orhan Pamuk ile rekabet edercesine post-modernist bir üslup ile İstanbul’un karmaşık yapısını tanıtmaya çalışmaktadır; İstanbul’un bir merkez olmadığını, herkesin İstanbullu olduğunu, ad hoc irade ile kenti ad hoc’dan arındırmak isteyen iradenin olduğunu, halkın cemaat olduğunu, modernist yenileyicilerin renksiz bir elit teşkil ettiklerini, ad hoc’un, bazı başka kentlerde olduğu gibi, İstanbul’un da has yasası olduğunu öğreniyoruz. Nihayet yazının sonuna gelindiğinde, Türkiye’den bienale katılan sanatçıların “kendinden ad hoc olmakla, kendini bilmeden ad hoc olmak farklı olduğu kadar, ad hoc’u bile bile ad hoc olmak farklı durumlardır” durumu içinde olduklarını öğreniyor, farkı anlayarak, ferahlıyoruz! Esasen iki sayfalık yazıda, adları bile verilmeden, sanatçılardan söz eden tek tümce bu! Bienale katılan sanatçılar da sanırız ki durumlarının ne olduğunu anlamışlardır.

Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8