Gerçekte İstanbul halkı, Kazlıçeşme Gaz Fabrikası “faciasını” dekor olarak kullanan Seretonin 2 etkinliğine, çağdaş sanatın ne olup, ne olmadığını anlamak için gitmeliydi. Seretonin etkinlikleri köhneleşmiş sistemlere, ideolojik çelişkilere ve çıkarcı müdahalelere boğulmuş bir kültür ve sanat politikası içinde, kimlik parçalanmasından kurtulamayan ve elektronik çağın bilgi enflasyonu içinde çağdaş düşüncenin izini süremeyen bir kuşağın yaygarasıdır. Bu yaygara kimleri uyarmaktadır. İşçileri mi, gaz fabrikasını bu durumda bırakan yerel yönetimi mi, ya da işçilere çağdaş yaşam hakkı vermeyen hükümetleri mi, soykırımları, yeşil savaşları, terörü, radyo aktif sızmaları odalarındaki ekranlarda elektronik resim selinde izleyenleri mi? Müsamereleştirilmiş sözde Fluxus ve Happening gösterileri mi, sanat yapıtlarına benzeyen oyuncaklar mı, reklam dilini kullanan resimler mi, yoksa moda dergilerine verilen röportajlar mı uyarıcı olacaktır?
Uluslararası bir “Kültür Başkenti” olması istenen ve İstanbul için bir yüz karası olan Kazlıçeşme Gaz fabrikası ve işçileri “çağdaş sanat” ve “avangardizm” yaptıklarını ileri süren eklektik neo-idealist ve neo-romantik bir grup sanatçının ve sanatçı olmak isteyen kişiler tarafından sorumsuzca kullanılmıştır. Bu bencilliğe ve aldatmacaya bütün basın ve medyalar da alet olduktan sonra, İstanbul izleyicisine aradaki “farkı” anlama olanağı kalmamış ve bir çelişki yaşatılmıştır.
Sonuç
İzleyiciler, sergiler hangi mekanda olursa olsun, 1960’dan bu yana dünya sanatının geçirdiği aşamaları bilmedikleri için, algılama güçlüğü çekebilirler. Sanatçılar ve küratörler sanat aşamalarını biliyor ve bu aşamalarla birlikte var oluyor! Dolayısıyla, düşünürken, yapıt üretirken ya da sergi düzenlerken, kendinden önceki tüm sanat üretimiyle ve etkinliğiyle hesaplaşma içinde olmanın, yapıtlarında ya da sergilerinde –eğer “progresif” bir amaç güdülüyorsa- yarış ipini göğüslemenin ve kitle hangi süreçte olursa olsun, ona en son düşünce sürecini yaşatmanın bilincinde olmalılar.
Sanatçı, yalnız yapıtının içerdiği düşüncenin değil, bu düşüncenin oluşumundaki küresel gelişimin de sorumluluğunu taşıyor. Küratör, yalnız kendi düşüncesinin ve sergisinin değil, sanatçıların düşüncelerinin ve yapıtlarının oluşturduğu ortamın ve bu ortamın küresel gelişim içindeki söyleminin sorumluluğunu da taşıyor. Bu, içiçe geçmiş ve birbirini tamamlayan sorumluluklar, küratör ve sanatçı arasındaki diyaloğun altyapısıdır. Bu diyalog kurulmazsa, ikinci aşama olan izleyici ile diyalog aşamasının da kurulması zorlaşır.
Bienal ve oluşmakta olan bir müze ile küresel diyaloğa katılmaya aday olan bir sanat ortamında, sanatçı ve küratörün birlikte oluşturacakları söylemin çok iyi tasarlanmış, hazırlanmış olması ve bunun rastlantıya ve çelişkiye yer vermeden, en kesin, etkin ve yetkin bir biçimde yazıya ve yapıta dönüşmüş olama gerekiyor. Çünkü bu “söylem”, aynı zamanda, bu sanat ortamının küresel kültür içindeki yerini belirleyen ve dönüşü olmayan bir anlam taşıyor.
Bu ölçütleri, Türkiye’nin mega kültüre, kültürler arası diyaloğa katılması sürecinde, UİB’nin ve SM’nin en önemli etkinlikler olduğunu düşünenlere, bir değerlendirme düzlemi olarak sunuyorum.