“Mekan Ruhu Olarak İstanbul”a dönersek, Selim Birsel ve Canan Tolon’un yapıtlarına eğiliyoruz
Birsel, bienalde mekan özellikleri hiç kullanmamış olan, tam tersine kapatılmış olan Feshane’de , bu özellikten yararlanan tek sanatçıydı. Dört demir sütunun çevresine sentetik elyaf gererek, içine girilmeyen, içi görülemeyen bir mekan ya da mekansızlık yaratan Birsel, bu mekanı boydan boya geçen teneke borularla izleyiciye bulunduğu mekana çok özel bir bakış olanağı sağlıyor. Bu yapıtın dört bir yanının açık olması gerekirdi; bu olmadığı için özelliğini bir ölçüde yitirmişti. Birsel, geçi izleyici için bir yorum olanağı ve bedensel deneyim ortamı yaratıyor ama, İstanbul ile nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğini bulmak zor oldu. Acaba, İstanbul’a sübjektif bir bakış mı öneriyor; yoksa görüş açımızın gittikçe daraldığını ve küçüldüğünü mü anlatıyor.
Canan tolon’un karışık teknik tuvalleri, bir yandan daha önce sergilerinde izlediğimiz ekolojik yorumların uzantıları olarak görülüyor, bir yandan da çeşitli modernist resim kavramlarının dizini gibi bir anlam taşıyordu. Belki Tolon, dünya coğrafyası ve doğası içinde İstanbul parametrelerini irdelemeye çalışıyordu, ancak inandırıcı göndermelerin izine rastlamak güçtü.
Bienal “kültürel farklılıklar” tezi üzerine kuruldu. Yapıtlara uyguladığımızda, bu tezden şu sonuçlar çıkarılabilir: Çağdaş sanat yapıtlarında sanatçıların kültürel farklılıkları okunabilir; çağdaş sanat yapıtlarında sanatçıların kültürel farklılıkları küresel anlatım dili içinde erimiştir; çağdaş sanat yapıtları kültürel farklılıkların bir metafora dönüştüğü nesnelerdir. Birçok yapıt, kültürel farklılıkların küresel anlatım dili içinde eridiğini gösteriyordu. Yine birçok yapıtta siyasal söylem bir amaç olarak öne çıktığı için, küresel farklılıkları geriye itiyordu.
Bienal’deki yapıtların Genel Özellikleri
Bienal’deki yapıtlarda, üç genel özellik saptadır:
– Siyasal / ekonomik / toplumsal / dinsel söylemleri yansıtan yapıtlar, örneğin ABD, Rusya, Bulgaristan, Türkiye ve Kanada sergilerinde,
– Modernizmle hesaplaşmasını bitirmemiş yapıtlar, örneğin İspanya ve İtalya sergilerinde,
– Bireysel düşünce ve felsefeyi küresel sorunlar plâtformuna bir öneri olarak sunan yapıtlar, örneğin Romanya, İngiltere, Fransa, Polona ve Belçika sergilerinde
Yapıtlarda bize “kültürel farklılık” gibi görünen özellikleri ise “olanak farklılıkları” olarak yorumlamak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Küratörler bize ya ülkelerindeki siyasal baskı altında kalmış sanatçıların, azınlıkların,ya da göçmenlerin olanaksızlıklar denizinde boğulmadan önce, bir can simidi gibi, tutundukları sanatı ya da her türlü alt yapı olanakları içindeki sanatçıların post-modernist söylemlerini sunmuştur. Kültürel kimliklerinin görüngüsü, bu olanaksızlıklar içinde silinmiştir.
Bu bağlamda, örneğin Rus sanatçıların özellikle olanaklar ve olanaksızlıklar arasında sınırda, bir geçit dönemi yaşıyor olmaları açıkça belirgindir. Modernizmi, modernizasyon olarak geçiren ülkelerde post-modernizmin sonuçları böyle oluyor. Bu sanatçıların bilgilenme perhizine girip, bir özümseme dönemi geçirmelerini beklememiz gerekiyor.
Sergilerin ülkelere göre dizilmiş olması, bienal kavramıyla çelişkiye düşen bir durum olarak dikkat çekiyordu. Ülkeler arasındaki olanak farklılığı öne geçerek, izleyicilerin sanatçılar arasındaki kültürel farklılığı yorumlamasına engel oldu. Eğer biz, Daimen Hirst’ün işlerinin yanında bir Bulgar sanatçının işlerini görseydik, “kültürel farklılık” kavramı amacına ulaşmış olacaktı.
Bienal için seçilen “kültürel farklılık” kavramı 80’lerin başından bu yana, Avrupa’da ve ABD’de düzenlenen sergilerde yer aldığı için, Türkiye’nin bu kavrama yeni bir bakış açısı getirmesi önemli bir beklentiydi. Türkiye, bugün tam anlamıyla Doğu-Batı, Kuzey-Güney etkilerinin karıştığı bir konumdaysa, kültürel farklılığı bakış açısının “farklı” olması gerekirdi.
Avrupa ve ABD, emperyalizm ve emperyalizm sonrası bir günah çıkartma psikolojisiyle küresel kültüre yaklaşırken, bizim “farklı” konumumuzun bilincinde olup, öneri ve seçeneklerimizi açıkça ortaya koymamız yerinde bir kimlik gösterisi olabilirdi; başka bir değişle bu “kültürel farklılık” kavramının Orta Doğu ve Uzak Doğu bölümü eksikti. Geçmişte ve şimdilerde İstanbul’un mekan ruhunda yalnız Batı’dan ve Kuzey’den gelenler değil, Doğu’dan gelenler de vardır. Kortun, böyle bir çalışma yapsaydı, uluslararası sanat ortamına, sayısız benzerlerinden “farklı” bir sergi sunmuş olacaktı; protagonist olma fırsatı bu “farkı” göstermekte saklıydı!
Bienal ve Seretonin
Bienal danışmanı Erzen, sergilerin tek çatı altında birleştirilmesi yoluyla, izleyiciye algılama kolaylığı sağladığından söz ederken, bienal düzenleyicisi Vasıf Kortun, bienal etkinliklerine koşut ya da karşıt olarak Kazlıçeşme Gaz fabrikasında düzenlenen Seretonin 2 etkinliklerine düzenleyici (bir söylentiye göre de sanatçı) olarak katılarak, izleyicinin algılama gücünü zorladı. Danışman ile yorumcu arasındaki bu çelişkiyi nasıl yorumlayacağız bilemiyorum. Ancak, İstanbul halkının bienal ve Seretonin arasındaki çelişkiyi anlayıp anlamadığını bilmek isterdim.