04 Nisan 2011, BİRGÜN
Hollanda’nın Volkskrant (Halkın Sesi) gazetesinin ekonomi editörü Olav Velthuis’un yazdığı “Imaginary Economics” (Düşsel Ekonomi) kitabının ironik bir alt başlığı var: Büyük Para Dünyası ve Çağdaş Sanatçılar. Adından da anlaşılacağı gibi, kitap bizde de her dem taze bir konuya odaklanıyor: Küresel sanat piyasasında sanatın, sanatçının ve sanat uzmanının konumu ve duruşu. Örneğin Genç Sanat’ın Mart sayısında da Fırat Arapoğlu, “Sanat Piyasasının İçinde mi, Dışında mı?” başlıklı sanat uzmanının konumu üstüne çok yerinde eleştiriler içeren bir yazı yazdı. Ayaküstü konuşmalarda da sanatçılar dönüp dolaşıp “ ne olacak bu sanat piyasasındaki durumumuz” sorusunu soruyor…
İstanbul odaklı sanat piyasasından söz ederken öncelikle – uluslararası piyasa ölçütleri bağlamında- şunları saptamakta yarar var: Bu piyasa henüz “uluslararası” değil; bu piyasa henüz “kurumlaşmış” değil; bu piyasa henüz “şeffaf” değil; bu piyasada alıcı ve satıcı arasındaki ilişki henüz “uzmanlık”, “doğru bilgi verme ve yönlendirme” ilkelerine sahip değil. İkinci olarak da şunu belirlemekte yarar var: Türkiye’deki modernist üretim ve 1980 sonrası post-modernist üretim, uluslararası müze sistemi ölçütleri içinde değerlendirilmemiştir; dolayısıyla bütün değerlendirmeler görecedir. Bunu açmakta yarar var: Satılmakta olan resimlerin büyük bir bölümü geç modernist ve pre-post-modernist özellikler taşıyor ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi, sosyolojisi, antropolojisi ve kültürel belleği bağlamında çeşitli sınıflamalar, yorumlar, kavram ve estetik bağlamları açısından değerlendirilip topluma sunulmamış. Bugüne kadar yapılan sunumlar – özel sergiler- genellikle koleksiyon sunumları ve bazı köktenci ve eleştirel yaklaşım içermeyen küratörlük çalışmalarıdır. Toplumla karşılaşmamış, elemesi, eleştirisi yetersiz ve epistemolojik etkisi zayıf bir üretimin piyasadaki konumu çok sağlıklı görünmüyor.
Durum böyleyken, bir de yaklaşık 25 yıllık bir geçmişe karşın henüz beklentileri karşılamayan fuarların ve müzayedelerin yapıldığı yerel sanat piyasasına uluslararası piyasa uzmanlarının porselen dükkânına giren filler gibi girdiklerini izliyoruz. Sotheby’s ve Christie’s müzayede sunumları “ Türkiye Çağdaş Sanatı “ olarak yapıyor ve bu çağdaş sanat kapsamı içinde uluslararası piyasada uzun süredir resimleri zaten satılan bildik modernistler çoğunlukta! Başlık bir yön gösteriyor, içerik o yönde değil! Bu müzayedeler de, tepeden inme ve yetkeci konumlarıyla yukarıda sözünü ettiğim sağlıksızlık içinde.
Şimdilerde İstanbul sanat ortamının can suyu sayıları az olan sanatçı girişimleri, sanatçıların belirli bir ideolojik amaç uğruna oluşturdukları sergi ve etkinlikler, İstanbul’a özgü müzik mekânlarında gerçekleştirdikleri performanslar ve genç ve orta kuşak sanatçıyı sergileyen galerilerden geliyor. Özel sektör sanat ve kültür kurumları da bu manzara içinde modernist, seçkinci, standart ve egemen özellikler taşıyor.
Devlet, yerel yönetimler ve özel sektörden destek al(a)madan – eşiğinde durduğumuz AB kültür politikaları özellikle bu kesimin desteklenmesini öngörüyor- üretici kesim tarafından diri tutulan bu üretimin iki kusuru var: Üç ilçenin dışına çıkma iradesi gösterememesi ve İstanbul’un “marka” olmasına sunduğu yadsınamaz katkı karşılığında sesini yükseltip devlet,yerel yönetim ve özel sektörden hakkını isteyememesi.
Sanatçının ve sanat üretiminin bu sağlıksız piyasada parasal güce sahip olanların değer ölçütleri ile değerlendirilmesi gibi sorunlar – kamusal paranın ve toplumsal sistemin eksikliği gibi daha yaşamsal olanlar – sanatçıları ve sanat uzmanlarını çoğu zaman istemedikleri konumların içine itiyor. Yaşamımızın her ayrıntısını belirleyen ve yönlendiren küresel neo-kapitalist düzen içinde, bu olumsuzluklara ve çarpıklıklara direnebilenler de direnemeyenler de bir fatura ödüyor!
Bu açmaz ve ikilem yeni değil, kuşkusuz. Modernizmin sanat ve para arasındaki ilişkiyi olumsuzlaştırıp “alçak sanat”/” yüksek sanat” karşıtlığına konumlandırarak kısıtlamalarına karşın Marcel Duchamp paraya ilişkin yapıtlar üreterek ve kendisi de bizzat yapıt ticareti yaparak sanat-para ilişkisinin karmaşık ve ikilemli yolunu açtı. Post-modern süreçte Beuys, Warhol, Haacke gibi efsane sanatçılar ve onlar kadar adları duyulmamış yüzlerce sanatçı sanat –para ilişkisini çeşitli yönlerden yapıtlarıyla sorguladılar, irdelediler ve bir yandan da para kazandılar. Bu süreç devam ediyor ve gelişmiş demokrasi ve ekonomilerde yaşayan ve çalışan sanatçıların birincil sorunu da bu para ve sanat ilişkisidir. Bu işin en büyük oyuncusu da bilindiği gibi Damien Hirst (Akaretler’de yeni açılan On Art Galeri’de Kelebekleri izlenebilir). Ancak “düşsel ekonomi” Damien Hirst’ün ekonomi ile ilişkisini tanımlamıyor.
Velthius, “Düşsel Ekonomi” kitabında, “ Ekonomik sorunlar üstüne görsel ya da şiirsel araçlarla düşünen, ekonomik kavram ve süreçlerin anlamlarını sorgulayan, tanımlayan ve eleştiren sanatçılara odaklandım. Dahası, kendilerini düşünceyle sınırlamayıp, tümüyle yeni bir parayla alternatif bir ekonomi tasarımlayan sanatçılara baktım”, diyor. Buradaki düşsel ekonomi, kuşkusuz yeni bir sanat akımının tanımı değil! Ekonominin nasıl işlediğini ve insan yaşamı üstündeki etkilerini anlamak isteyen herkesin, ekonomistlere değil, sanat üretimine bakmasını sağlayan yeni bir bilgi kaynağıdır. Ekonomik sistemleri, işleyişleri ve uygulamaları sanat yapıtına dönüştürerek ve toplumu da bu yapıtın süreçlerine davet ederek oluşturulan bu bilgi kaynağı gittikçe değerleniyor. Sanatın var olanın/ görünenin/ yaşanmışın ötesinde/üstünde bir görsellik üreterek ekonomik sistem içinde bir sinerji üretmesi; neo-liberal ekonominin yaşam biçiminin ve niteliğinin yükseltilmesine odaklanmış mantığına çok uygun düşüyor. Velthius ve “düşsel ekonomi” üreten sanatçılara göre yakın gelecekte sanat ve ekonomiden iki ayrı alan olarak söz edilemeyecek!
Gelişmemiş demokrasilerdeki (Türkiye de bu günlerde polis devleti özellikleriyle bu listenin başında yer alıyor) sanatçıların üretiminde bu “düşsel ekonomi” özelliklerini görmüyoruz henüz; yani neo-liberal ekonomiye dayalı sanat piyasası uygulamalarına karşı donanımlı değiller. Çünkü söz konusu sanatçılar hala insan hakları, ifade özgürlüğü, bastırılmış kimlikler ve diğer toplumsal sorunlarla uğraşmak zorunda. Bunun son örneği de Depo’daki İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlediği “Ateşin Düştüğü Yer” sergisinde…
Devlet ve yerel yönetim sübvansiyonlarının olmadığı ya da yetersiz olduğu ülkelerde genel olarak düşük gelir düzeyinde yaşayan sanatçıların neo-liberal ekonomi koşullarında iki pozisyonda olduğu görülüyor: Sanatçı ya var olan ekonomik koşullarda bir kurbandır, ya da bu koşullara hizmet edendir. Velthuis iyimserlikle düşsel ekonomi yaratan sanatçıların kurban olmaktan kurtulup, toplumsal ve ekonomik sermayeye kaynak oluşturacak bir sermaye (bir ekonomi) yaratabileceklerini ileri sürüyor; umarız bu yakında gerçekleşir.
BERAL MADRA