03 Aralık 2010, Birgün
Oniki yıldır Radikal’de aksatmadan her ay bir yazı yazdım; yeni yönetim bana 12 yıllık emeğim için teşekkür etmeden ve haber vermeden gazeteden çıkardı. Kimi dostlar, bana bunun basın dünyasında doğal olduğunu söyledi; üstünde düşünülmesi gereken bir davranış biçimi!
1980’den bu yana Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Evrensel gazetelerinde yazılarım yayınlandı. Gazete yazılarındaki sıcak gündeme ilişkin olma ve tanıtım özellikleri, bu yazıların gerçek anlamda sanat ve kültür eleştirisi olmasını engelliyor. Bu olumsuzluğu aşmaya çalışarak yazdığımı söylemek isterim, BirGün’de yazmaya başlarken.
İstanbul 2010 AKB Ajansı’ndaki Görsel Sanatlar Yönetmenliği görevim 31 Aralık 2010’da sona eriyor; bu görevin İstanbul sanat ortamına ve mesleğim açısından bana ne ifade ettiğini ve deneyimlerimi bu tarihten sonra yazacağım.
SANAT LİMANI
Bu işe bağlı olarak gündemde ticari niteliği olmayan uluslararası sergilerin ve küçük mekânlarda iş gören sanat galerilerinin büyük bir kamusal sergi alanına gereksinimi olduğu düşüncesinden yola çıkarak bir model olarak açılan Sanat Limanı’nın devam edip etmeyeceği konusu var. Bu konuyu Kültür Bakanı’na iletmek olanağı bulduk; bu açıdan görevimizi yaptık. Ancak, Karaköy-Fındıklı arasındaki bu alanın 2011’de “Galataport” olarak ihaleye açılacağı bir kez daha açıklandı. Oysa bu alan 1990’lardan bu yana kentin “çağdaş sanat ve kültür” enerjisini taşıyan Beyoğlu ilçesinin en görkemli parçasını oluşturuyor. Çeşitli mimari dönemleri gösteren dört cami, iki çeşme, bir saat kulesi, bir Mimar Sinan şaheseri olan Tophane-i Amire’nin oluşturduğu tarihsel doku içine yerleşen güncel kültür altyapıları ilginç bir sentez oluşturuyor; bunu Berlin ve Viyana’daki müze adaları ile karşılaştırmak olası. Bu alan otel ve çarşılardan oluşan lüks bir liman yapıldığında İstanbul’a gelen turistlerin getireceği paradan çok daha büyük bir kaynağa gebedir. İstanbul’un gittikçe sıradanlaşan neoliberal görüntüsünü kurgulayanların bilgi ve görüşleri bu gerçeği görme konusunda ne kadar yeterli diye sormak gerekiyor.
Bu işe müdahale edecek olan tek güç, İstanbul’un küresel kültür bağlamında ününe ün katan kültür ve sanat ortamını yaratan ve sürdüren sanatçılar, sanatçı örgütleri, özel sektör sanat ve kültür kurumlarıdır. Bu tür değerli alanların yitirilmesi bu üne hiç kuşkusuz zarar verecek; bu ün lafta kalacaktır!
Bu ünü yaratan etkinliklerden 12. İstanbul Bienali ufukta gözüktü ve geleneksel basın toplantısı yapıldı.
Basın toplantısı sunulan kavramın ve başlığın ve sorulan soruların klişeliği açısından geçmişteki basın toplantılarını aratmadı. Bizim klişelerden örülmüş sanat ortamımıza katkı sunan bir başlık. İçinde yaşadığımız siyasal ortamın yüklü gündeminde herhangi bir bienal başlığının etkili olmaması bizim klişemiz. Bienal “adlı” olduğu zaman da, küresel bienal koşullarının olmazsa olmaz uygulama modellerini içeriyor, “adsız” olduğu zaman da. Bu da bienalin klişesi. Bu coğrafyada bienalin kendine özgü anlamları var ve o anlamlar yerine oturmadıkça, başlıkların ve içeriklerin önemi yok. Bu anlamlar, yerel sanat ortamının içinde hâlâ var olabilen direniş alanlarıyla ilgili. Soruların anlamsızlığı da sanat ortamının kimlik ve değerler açısından küresel kapitalizmin baskısı altında olmasından ve bunun Türkiye’deki ağır koşullarından olumsuz etkilenmesinden kaynaklanıyor. Bunlardan kaçış yok, şimdilik.
İSİMSİZ BİR ZEMİN
Güney Amerikalı küratörler, “adsız” bienal yaparak olasılıkla küresel sanat piyasası, sponsorlar ve diğer yaptırımlardan uzaklaşmış olacaklarını iddia ediyorlar ve iyi niyetli ve “culturally correct” görünmeye çalışıyorlar; uygulamada da bu iyi niyetin belirtilerini uygulamada da görebilirsek seviniriz. Küratörler bir de Felix Gonzales Torres’den söz ettiler; onun siyasal-toplumsal-kültürel mesajlarına gönderme yapacaklarını söylediler. Büyük sanat kurumlarının hemen hepsinde retrospektif sergileri yapılmış olan Torres’i bu bölgenin siyasal-sanatsal ortamına nasıl bağladıklarını da olasılıkla uygulamada görebileceğiz.
Bienallerin genel klişesi yabancı küratörlerin yerel ve bölgesel sanat ortamı ile kurdukları ilişkiler. Bu ilişkilerin yeterince kurulduğu, küratörlerin sanat ortamını tanımak için çeşitli yöntemler uyguladığı iddia edilir. Başka bir yönden de küratörlerin aslında pek kimseyle ilişki kurmadığını, eşin dostun önerisini dinlediğini duyarız. Aslında sanat ortamındaki gerçek gelişmeleri, tartışmaları, üretimleri ayrıntılı izlemeye zamanları olmadığı gibi, yerel eleştiri ortamında yazılanları dil engelinden dolayı inceleyemezler. Sonuçta, bu ortamdaki kimlikleri ve bu kimliklerin direniş alanlarını tanımakta gecikirler. Dolayısıyla, genel olarak bienalin konusu ve içeriğinin örneğin İstanbul ve Türkiye ve bölgede olan bitenle ilişkili olması olanağı zayıftır; içinde yaşayan bizler olan biteni çözemezken, ne kadar açık fikirli olursa olsunlar, gelen giden küratörlerden klişeleri sıfırlayıp isabetli görüşlere sahip olmalarını beklemek gerçekçi değil! Bölgesel ilişkiler de yine dost küratörlerin tavsiyeleri ile yürütülüyor; ama küratörler bu bölge ülkelerini gezmeyi de ihmal etmezler; bu klişe geziler söz konusu yerel ortamları heyecanlandırır. Bu heyecan da klişeleşmiştir… Bu klişe durumlar yabancı küratör bir yerel küratörle çalışırsa biraz olsun kırılır. Burada da yerel küratörün ne kadar “culturally correct” olduğu gündeme gelir ki, bunu da tutturmak ve uygulamak zor zanaatır!
Jens Hoffman ve Adriano Pedrosa, klişeleri kırma çabası gösteriyor. Ex-küratörleri bir sempozyumda bir araya getirerek, geçmişin dökümünü yaptırdılar. İşlerimin yoğunluğu dolayısıyla yalnız kendi konuşmamın olduğu sabah katılabildim bu sempozyuma. Sarkis, Vasıf Kortun ve ben, ilk üç bienalin özelliklerini, bu özellikleri yaratan koşulları anlattık. Soru sormakta başarısız bir topluluk karşısında hep birlikte bir “nostalji klişesi” yaşadığımızı söyleyebilirim…
BERAL MADRA