18 Ocak 2012, BİRGÜN
Robert Newman ‘Guardian’daki yazısında (20 Aralık) İngiltere’nin dört kültür ve sanat kurumunu (Tate, National Portrait Gallery, Royal Opera House, British Museum) “demokrasimizin katedralleri” olarak adlandırıyor ve neden Büyük Petrol ile “yatağa girdiklerini” sorguluyor. “Sanat, insanların dünyaya başka türlü bakmalarını sağlar, ama bu bakış şirketlerin denetimine giriyor” diyen Newman, özellikle BP’nin bu kurumlara 10 milyon pound vererek çevreye zarar eylemlerini normalleştirdiğini vurguluyor. Bu kurumlar sanat yapıtları aracılığıyla toplumun demokrasiyi içselleştirebildikleri alanlar oluşturuyor. Ancak şirketler demokratik kurumlar değil, büyük iktidar blokları ve toplumsal yaşamın merkezine nüfuz ettikçe, özgürlüklerimizi ve dünyadaki konumumuzu çıkmaza sokuyorlar, diyor Newman.
Yazı İstanbul Modern, sanatçılar, sanat STK’ları ve uzmanları arasında sanal ve gerçek ortamdaki İstanbul Modern merkezli tartışmaları adeta özetliyor. Yerel sanat ortamında bu ve benzeri konu ve sorunlar yeni değil; yıllardır konuşuldu ve yazıldı.
Basında çıkan yazılardan birinde “Türkiye’nin Modern Müzesi” diyor yazar İstanbul Modern için. Bu müzeye Türkiye’nin Modern Müzesi demek bu müzeye çok ağır ve altından kalkamayacağı bir işlev yükler; Türkiye henüz Modernizmi ile yüzleşip hesaplaşamadığı için…
İstanbul Modern, Türkiye’de bir özel şirket/vakıf koleksiyonunun sergilendiği, geçici sergiler de düzenleyen, uluslararası modellere öykünerek bir ölçüde toplum hizmeti de veren bir özel koleksiyon müzesi. 1990’da özel sektör ve siviller arasındaki geniş bir mutabakatla başlayan girişimlerin sonucu olarak büyük umutlarla ancak 2000’lerde açıldı.
ADI İLE KAMUSAL HAK YARATIYOR
“İstanbul’u Markalaştırma” projesinde özel sektör müzelerinin karşısında başka seçenekler yok! Bir an, Pera Müzesi, Sabancı Müzesi, İstanbul Modern, Salt, Arter, Borusan, Proje4L vs gibi özel müzelerin olmadığını düşünün, İstanbul bir kültür çölüne dönüşür. Yerel yönetimlerin 2000’den bu yana kurdukları mermer ve granit kültür sanat merkezleri siyasal eğilimlere bağımlı yönetim ve programlarıyla İstanbul’u uluslararası kültür sanayisinde temsil edemiyor -bu merkezlere yapılan kamusal yatırım, özel sektör yatırımlarını ikiye veya üçe katlayan yatırım olsa bile. İstanbul 2010 sürecinde bu ilçe kültür merkezlerinin kalkınması için 18 ay seminer verildi, iki yıl boyunca ‘Taşınabilir Sanat’ başlığı altında çağdaş sanat sergileri düzenlendi. 2010 sonrasında bu merkezlerin yönetiminde bir değişim beklenirdi; ancak görünürde böyle bir şey yok!
Tek seçenek olmaları özel sektör kurumlarının ‘mükemmel’ oldukları anlamına gelmiyor. Bu müzeler şirketlerin ekonomik çıkarları ve kârları için gerekli ‘halkla ilişkiler ve tanıtım’ ve ‘toplumsal sorumluluk’ bağlamında işletiliyor. Bu işletmelerin, diğer ekonomik işletmelerden farkı giderlerinin çok gelirlerinin az olması! Bu müzeler şirketlerin imajını parlatmak için kurulurken, aynı zamanda topluma hizmet sözü de veriyor; kamusal bir işlev yükleniyor. Ne ki yol boyunca bu özveri kolay katlanılır bir özveri değil! Topluma hizmet verme özelliği her yönden kullanılmaya başlıyor: Önce devlet ve yerel yönetim desteği isteniyor, sonra başka şirketlerin desteği isteniyor, nihayet sıra yapıtlarını satmaktan başka seçenekleri olmayan sanatçılara geliyor…
Ne ki, destek, bağış ve katkı bu özel müzeye bir şekilde dışarıdan müdahale hakkı veriyor ya da Newman’ın kamusal müzeler için tanımladığı gibi, bu özel müzeler de aldıkları bu katkıların karşılığında öyle ya da böyle bir demokratik bir alan yaratmak gibi bir sorumluluk yüklenmiş oluyor! İstanbul Modern, diğer özel sektör kurumlarına göre, sürekli devlet ve sponsor desteği almakla dikkati çekiyor. Bu durum kamusal bir beklenti yarattığı gibi, özel müzelerin bu çelişkili konumları açısından belirgin bir örnek oluşturuyor.
20. yüzyıl sanat ve kültürü için bir kamusal müzeler kuramamış bir ülkede, özel bir koleksiyon müzesinin kamusal varlıkları kullanması da kamusal sorumluluk içerir. Örneğin, İstanbul adını kullanması aldatıcı bir kamusal çağrışım yapıyor; özellikle yabancılar bu müzeyi kamusal müze olarak algılıyor; çünkü özel sektör koleksiyon müzeleri genellikle özel adlar taşır. İstanbul adı bir çeşit kamusal hak ortamı yaratırken, müzenin içerik ve yönetimi, dışarıdan hiçbir öneriye/isteğe açık olmayan bir özel alandır.
BAĞIŞ SAHNESİNİN OYUNCULARI
Hiçbir sanat ve kültür STK’sına ‘bir oda’ bile vermeyen, 20. yüzyıla ait hiçbir müze kurmamış devlet, kamuya ait bir yapıyı bu özel kuruluşa tahsis etmiştir. İstanbul’da sergi yapılabilecek devlet veya yerel yönetimlere ait bütün mekânlar sanatçılara, kişi ve kuruluşlara ancak yüksek ücretlerle kiralanarak verilebilmektedir. İstanbul 2010 sürecinde Sanat Limanı adı altında kamusal sergi mekânı ya da ‘Kunsthalle’ modeli sunarak bu soruna bir çözüm önerdik, ama görüldüğü gibi bu da bir sonuç vermedi. Ancak, Antrepo 5, MSGSF’ye, Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’deki kamusal resim ve heykel koleksiyonunun boşaltılması karşılığında veriliyor! Burada da kamusal sorumluluk söz konusu.
İstanbul Modern’in -söylendiğine göre birçok Batı müzesinde uygulanan- gala yemeği gösterisi bir pazarlama stratejisidir ve müzenin bir programı pazarlanmaktadır. Dolaylı bir bağış için dolaylı bir sahne oluşturuluyor; bağış yapması istenen sanatçılar da bu sahnedeki oyunculardır! Sanatçıların bu rolü/işlevi kabul etmelerini bir özveri olarak mı, yoksa bir yarar sağlama olarak mı değerlendirmeliyiz? Bu durumda ortaya iki tarafı da bağlayan bir bağış hukukunun çıktığının farkında mıdır sanatçılar?
Günümüze özgü eleştirel sanat üretimi yapan bir sanatçı yapıtının nerede ve hangi koşullarda sergileneceğinin/satılacağının bilincinde olması gerekiyor; çünkü bu da yapıt üretiminin inandırıcılığının bir öğesi. Burada sanatçılar çocuk eğitimine neden bu kadar dolaylı yoldan katkıda bulunuyor da, bu işleri örgütleyen büyük STK’lar ya da kendi STK’ları aracılığıyla bu katkıyı daha dolaysız ve onurlu bir biçimde yapmıyor, sorusunu sorabiliriz.
YENİDEN DÜŞÜNME ZAMANI
Olayın odağındaki yapıt, Bubi’nin ‘Oturaklı Sandalyesi’ daha önce ünlü sanatçılar tarafından yapılmış iki düzine sandalyeye bakınca çok da ilginç değil! Sanatçı bu yapıtı muhafazakâr ortamı kışkırtmak ve muhalif bir duruş sergilemek için vermiş olsa bile etkili olacağını sanmıyorum, çünkü seçkinler bu tür işlere alıştırıldı yıllardır. Bunu pazarlama stratejilerini eleştirmek açısından bir sanatçı performansı olarak kabul etmek de zor; çünkü stratejiyi kabul ettiği için katılıyor sanatçı. Bu performans yalnız seçkinleri hedef alıyor ve bu da performans sanatının doğasına aykırı. Marina Abramovic gibi deneyimli bir sanatçı bile geçen ay seçkinlerin yemeği için düzenlediği performans sonrası ağır eleştiri aldı!
Bu açık arttırmanın bir küratörü de var (buradaki göreve küratörlük denilebilirse) ve yapıt toplum önüne çıkana kadar sanatçı ile küratör arasındaki ilişki özeldir ya da yazılı bir anlaşmaya bağlıdır. Yapıt toplum önüne çıkana kadar bu ilişki/anlaşma yalnız küratör ve sanatçıyı bağlar. Ancak küratörün asal işi sanatçıyı kollamaktır; onun üretimi olmadan var olamayacağı için… Bu özel ilişki/anlaşma hangi koşullarda topluma açıklanmalıdır? Bu denli dolaylı bir işin ilişkisi/anlaşması her iki taraf tarafından kötü kullanıma açık değil midir?
Sonuçta İstanbul Modern’in bugüne kadar sanatçılar, sanat uzmanları ve toplum tarafından desteklenerek var olduğunu görüyoruz; yani gönül rahatlığıyla sanat ortamının bütün oyuncuları bu müzeye umut bağladı ve destekledi. Destek, bağış ve katkı bu özel müzeye bir şekilde dışarıdan müdahale hakkı veriyor, ya da Newman’ın kamusal müzeler için tanımladığı gibi, bu özel müzeler de aldıkları bu katkıların karşılığında öyle ya da böyle bir demokratik bir alan yaratmak gibi bir sorumluluk yüklenmiş oluyor!
Şimdi umarım, bütün tarafların, sanatçıların, küratörlerin, sanat kurumlarının ilişkileri, işbirliklerini, anlaşmaları ve hakları yeniden düşünme ve yapılandırma zamanı gelmiştir.