12. İstanbul Bienali ufukta gözüktü ve geleneksel basın toplantısı yapıldı.
Basın toplantısı – bu basın toplantıları neden beş yıldızlı otellerde yapılır acaba – sunulan kavramın ve başlığın ve sorulan soruların klişeliği açısından geçmişteki basın toplantılarını aratmadı. Bizim klişelerden örülmüş sanat ortamımıza katkı sunan bir başlık. İçinde yaşadığımız siyasal ortamın yüklü gündeminde herhangi bir bienal başlığının etkili olmaması bizim klişemiz. Bienal “adlı” olduğu zaman da, küresel bienal koşullarının olmazsa olmaz uygulama modellerini içeriyor, “adsız” olduğu zaman da. Bu da bienalin klişesi. Bu coğrafya da bienalin kendine özgü anlamları var ve o anlamlar yerine oturmadıkça, başlıkların ve içeriklerin önemi yok. Bu anlamlar, yerel sanat ortamının içinde hala var olabilen direniş alanlarıyla ilgili. Soruların anlamsızlığı da sanat ortamının kimlik ve değerler açısından küresel kapitalizmin baskısı altında olmasından ve bunun Türkiye’deki ağır koşullarından olumsuz etkilenmesinden kaynaklanıyor. Bunlardan kaçış yok, şimdilik.
Güney Amerikalı küratörler, “adsız” bienal yaparak olasılıkla küresel sanat piyasası, sponsorlar ve diğer yaptırımlardan uzaklaşmış olacaklarını iddia ediyorlar ve iyi niyetli ve “culturally correct” görünmeye çalışıyorlar; uygulamada da bu iyi niyetin belirtilerini uygulamada da görebilirsek seviniriz. Küratörler bir de Felix Gonzales Torres’den söz ettiler; onun siyasal-toplumsal-kültürel mesajlarına gönderme yapacaklarını söylediler. Büyük sanat kurumlarının hemen hepsinde retrospektif sergileri yapılmış olan Torres’i bu bölgenin siyasal-sanatsal ortamına nasıl bağladıklarını da olasılıkla uygulamada görebileceğiz.
Beş yıldızlı otel basın toplantıları bütün İstanbul 2010 sürecinde uygulandı; bu İstanbul kültür ortamında tam bir klişe oluşturuyor! Geçen yıl WHW’nin basın toplantısı bu klişeyi kırmıştı; çünkü onları uyarmıştım, beş yıldızlı otel basın toplantısı yapmayın diye. Sonra, eksik olmasınlar bana teşekkür etmişlerdi! Ancak, giderken “allahaısmarladık” demeyi unuttular! Neyse, yine gelirler herhalde…
Bienalin diğer bir klişesi de yabancı küratörlerin yerel ve bölgesel sanat ortamı ile kurdukları ilişkiler. Bu ilişkilerin yeterince kurulduğu, küratörlerin sanat ortamını tanımak için çeşitli yöntemler uyguladığı iddia edilir. Başka bir yönden de küratörlerin aslında pek kimseyle ilişki kurmadığını, İKSV’ye yakın birkaç kişinin önerisini dinlediğini duyarız. Aslında sanat ortamındaki gerçek gelişmeleri, tartışmaları, üretimleri ayrıntılı izlemeye zamanları olmadığı gibi, yerel eleştiri ortamında yazılanları dil engelinden dolayı inceleyemezler. Sonuçta, bu ortamdaki kimlikleri ve bu kimliklerin direniş alanlarını tanımakta gecikirler. Dolayısıyla, bienalin konusu ve içeriğinin İstanbul ve Türkiye ve bölgede olan bitenle ilişkili olması olanağı zayıftır; içinde yaşayan bizler olan biteni çözemezken, ne kadar açık fikirli olursa olsunlar, gelen giden küratörlerden klişeleri sıfırlayıp isabetli görüşlere sahip olmalarını beklemek gerçekçi değil!
Bölgesel ilişkiler de yine dost küratörlerin tavsiyeleri ile yürütülüyor; ama küratörler bu bölge ülkelerini gezmeyi de ihmal etmezle; bu klişe geziler söz konusu yerel ortamları heyecanlandırır. Bu heyecan da klişeleşmiştir… Bu klişe durumlar yabancı küratör bir yerel küratörle çalışırsa biraz olsun kırılır. Burada da yerel küratörün ne kadar “culturally correct” olduğu gündeme gelir ki, bunu da tutturmak ve uygulamak zor zanaatir!
Bütün bu klişeleşmişliğe karşın bienal İstanbul sanat ortamına bir coşku ve güç katıyor; işte size bir klişe daha…
Küratörlerin kendi çevreleri ve ilişkide oldukları sanat başkentlerindeki söylemler ve gelişmeler bienalin içeriğini ve sanatçı listesini belirler. Örneğin İsviçreli yayıncı Bice Kruger Venedik Bienali küratörü oldu. 80’li yıllardan bugüne yayınlanan Parkett dergisinde AB ve ABD dışındaki sanat ortamları hakkında bir yazı ve haber bulan varsa, lütfen bunu bildirsin. Ve bu kişi 75 ülkenin bienalini yönetecek! Bu 75 ülkenin en az 65’inin Venedik Bienalinde bulunmasının hiçbir anlam ifade etmediği de Venedik Bienali’nin önemli klişelerinden birisidir. Kruger’in “ILLUMInation” başlığı da klişelerle beslenmiş. Venedik’in pavyon sorununa yarım yüzyıldır çare bulunamadı; Kruger de başka bir çıkış yolu olmadığı için “ulus” gerçeğini kabul ederek işe girişiyor. Ulus’a bir de “ışıklandırma” terimini takıyor. “Aydınlanma” yerine kullandım bunu, çünkü 2011 yılında “aydınlanma”dan söz edecek kadar saf değildir herhalde Kruger. Bu terimin arkasında biraz “dinsel” bir gönderme var; aslında birazdan daha fazla. Yani, sanatın içinde bir “yücelik” alanı olduğunu ileri sürüyor; sanata eski saygınlığını ve büyüsünü kazandırma işlemi de diyebiliriz buna… Bir de Para-pavyon konusunu işliyor; Arsenale’de düzenlenen karma sergileri kastederek…