Poirier & Poirier: “İnsanların duygu dünyasına sızmak istiyoruz.”

Arredamento, Mart 1989

 s.s 44-45, Söyleşi

Patrick ve Anne Poirier uluslararası sanat ortamında ün yapmış bir sanatçı çift. New York’da Museum of Modern Art’da, Paris’de Georges Pompidou Sanat Merkezi’nde kişisel sergiler açtılar, 1977’de Documenta Kassel’e ve üç kez Venedik Bienali’ne katıldılar, 1984’de New York Brooklyn Müzesi’nde ve lleana Sonnabend galerisinde Medusa Mitolojisi ile ilgili sergiler açtılar.

 

Patrick ve Anne Poirier’in yapıtları “bireysel mitolojiler” ya da “bireysel şifreler” başlıkları altında değerlendiriliyor. Bireysel çıkışlar temelde Minimal ve Kavramsal Sanat’ın nesnelliğine bir tepki olarak öznelliği vurgulamak gereksiniminden kaynaklanmakta. 70’li ve 80’li yıllarda yalnızlık ve kimliği yitirme endişesi içindeki sanatçılar kültürel anılarla beslenmiş bilinçaltına dalarak, düşler kurarak, gizemli imgeler, büyüsel simgeler yüklenerek yeni bir bireysel mitoloji yaratmaya çalıştalar. Geçmişin izini sürerek günümüz karmaşık ortamında yeniden kimlik kazanmak için insanlar arasındaki ortak bağların aranması anlamına geliyordu bu.

Bu anlamı taşıyan yapıtlar üreten Patrick ve Anne Poirier kendilerine tükenmez kaynakları olan bir alan seçmişler: Arkeoloji. Arkeolojik bir kalıntının ya da tarihsel yörelerdeki araştırmalarının sonuçlarını yeniden yorumlanmış bir biçimde sunuyorlar bize. Bu nedenle Yakın Doğu ve Doğu’da geziyorlar. Ülkemize ise birkaç kez gelmişler. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Fransız Kültür Ataşeliği’nin işbirliği ile 2. Uluslararası İstanbul Bienali’ne davet edilen sanatçılarla Sanat eleştirmeni Berat Madra görüşme yaptı.

B.M                         — İzleyici sizi iki yönünüzle ilginç bulacak Türkiye’de. Birsi  karı-koca olarak birlikte çalışmanız ve doğrudan doğruya arkeoloji ile ilgili yapıtlar üretmeniz. Bu iki özelliğiniz de az rastlanır türden. Bunları bize biraz açıklar mısınız?

P.Poirier — Biz yaklaşık 1968’den bu yana birlikteyiz. Başlangıçta ayrı çalışıyorduk, ama birlikte geziyorduk. Bu geziler gittikçe yoğunlaştı ve genişledi. Uzak Doğu’da birçok ülkeyi gezdik ve en çok savaş öncesi Vietnam bizi etkiledi. Özellikle Angkor Vat’da tüm sanatımızı etkileyecek bir şeyin farkına vardık. İnsanlığın kültürel belleği gittikçe yok oluyordu ve bunu önlemek için bir şeyler yapılmalıydı, belleğimizin yok olmasına izin verilmemeliydi. Bu dönemde Türkiye’ye de geldik ve Batı Anadolu bölgesindeki örenleri gezdik, daha sonra yine bu arkeoloji tutkumuza bağlı olarak beş yıl Roma’da yaşadık. Bizim birlikte çalışmamız aynı zamanda bir dayanışmadır. Bu da sanat yaşamımıza başladığımız donemde kavramsal sanatın egemen olması ve Fransa’nın gerekli olan sanat aşamasını geçirmemiş olmasına bağlıdır. Kavramsal sanat çok ilginçti, ama bize yer yoktu. Öte yandan çabuk resim üretmek de benim işime gelmiyordu. Anne ile bu noktada da anlaştık. Yavaş ama derin çalışmanın yararlı olduğuna ikimiz de inanıyorduk.

B.M                         — İstanbul’da yaşamak sanat tarihinin içinde olmak gibidir. Öte yandan modern teknolojinin ve büyük kent sorunlarının ortamı da belirgin  biçimde olumsuz etkiler insani, burada. Bu kentteki keskin  karşıtlıkları nasıl karşıladınız, nasıl etkilendiniz?

P.Poirier — Bizce burada karşıtlık yok. Anne Türkiye’yi gördü, ama İstanbul’u görmemişti. Bense bundan yirmi yıl önce buraya geldim. İstanbul da, geçmiş ve bugün bir arada yaşıyor; birçok büyük değişiklik olmuş, ama insanların sıcaklığı değişmemiş. Neyse ki insanlar teknik kadar çabuk değişmiyor. Bu kentte çeşitli kültür tabakaları var. Bu, insanlar için çok olumlu bir durum. Siz geçmişe ait ipuçlarını yitirmemişsiniz. Oysa Batı’da geçmiş öldü, burada günlük yaşamın içinde yaşıyor. Akdeniz kültürüne ait olmamıza kaşın biz buna alışık değiliz.

B.M                         — Yapıtlarınızda, tarihsel geçmiş o denli değerlidir ki bir mücevher gibi korunması gerekir demek istiyorsunuz, ya da geçmişteki estetiği çağdaş  sanat yapıtı yararına kullanıyorsunuz.

P.Poirier — Çağdaş insanın yaşadığı ortamlarda ve özellikle İstanbul gibi tarihsel kentlerde geçmişi, kalıntıları gözlemliyoruz; başka insanların göremedikleri şeyleri bulup çıkarmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan archetyp’ler (ilk örnekler) üstünde çalışıyoruz diyebiliriz. Bir sütun, bir hac değişik anlamlar taşır, bunlar bizim kültürel anılarımızın, belleğimizdeki kültür tabakalarının içinde saklı imgelerdir ya da kalıcı mitlerdir. Freud gibi ruh bilimciler bütün insanlığın bilinçaltında bu kültürel değerlerin saklı olduğunu ve korunduğunu söylüyorlar. Yapıtlarımızın başka bir yönü de, sanatta yitirilmeğe yüz tutan duyarlığın ve şiirselliğin geri getirilmesidir. Biz insanların duygu dünyasına sızmak istiyoruz, örneğin örenlerde dolaşırken insan turist bile olsa  değişik bir duygu ortamı yaşar. Bu ortamı yeniden kurmakta yarar gördük. Bizim yapıtlarımızdan kavramsal ve anlıksal olarak söz edilir, oysa biz yapıtımızın herkese seslenmesini istediğimizden, şiirsel ve duygusal olmaya çalışıyoruz. İnsanlara bu yönden daha kolay yaklaşılacağına inanıyoruz.

B.M                         — Bugüne değin hangi sanatçılardan etkilendiniz?

A.Poirier — Benim yapıtlarımın çok dışında kalan sanatçılardan! Leger, Picasso, Kübistler. Bir de genel olarak evrensel mimari etkiledi beni.

P.Poirier — Beni en çok Nicholas Poussin etkiledi. Mimaride ise Villa Hadriana, Pantheon, Ostia Antica, Didyma ve Aphrodisias’dan etkilendim. İkimiz de doğadan etkileniriz.

B.M                         — Yapıtlarınızı üretirken hangi yöntemleri kullanıyorsunuz?

 

 P.-A.Poirier            — Yapıtlarımızda boyut çok önemlidir, ya küçük yaparız, ya da çok büyük. Her ikisi de izleyicinin dikkatini yoğunlaştırmaya yöneliktir. Örneğin, Didyma’daki boyutlar insanda bir olağanüstülük algılatır. Priene’de ise bir genişlik ve boşluğa dağılma duygusu egemen olur. Her ikisi de bir mucize gibidir. Önce arkeolojik yerlerdeki bu değişik ve olağanüstü ortamları algılamaya çalışırız. Bu belirli bir zaman ister. Sürekli notlar alır, belgeler toplar, küçük maketler hazırlarız. Bu hazırlık yapıtları önemlidir, özellikle de günlük gibi düzenlenmiş defterler… Bu ilk izlenimlerin üstünden bir süre geçer, olayı iyice sindiririz. Bu aşamadan sonra ikinci yapıtı üretiriz, bu çoğu kez öznel bir antik kent maketidir. Üçüncü yapıt ise bu maket içinden seçilen ve bizce çok önemli olan bir simgedir. İstanbul için de böyle bir yöntem uygulayacağız.

B.M                         — Yapıtlarınızın   siyasal bir yanı var mı?

 P.Poirier — Siyasal bir yan var, ama bu doğrudan doğruya değil. Örneğin, bugün yaşadığımız kültür ortamının geçmiş kültürleri yok edici olması bir siyasal bildiridir. “İskenderiye kitaplığı Yangını” kültürün yok olmasına karşı bir yapıttır. Bizim görüşümüze göre her halkın kendi kültürüne sahip çıkma hakkı vardır, yapıtlarımızla bunu savunuyoruz.

B.M                         — Biraz da uluslararası sanat pazarından söz eder misin?

 P.Poirier — Bugün, Köln ve New York uluslararası sanat pazarının iki büyük merkezi ve bu pazar eleştirmenler, sergi yapımcıları (curator) ve galericiler tarafından yönetiliyor. Bir sanatçı bunların ilgisini çekince, onu ele alıyorlar, uluslararası sergilere katılmasını sağlıyorlar, yapıtları müzelere pazarlanıyor. Sanatçı sürekli itiliyor bu pazarın içine. Bu sakıncalı bir iş, çünkü eğer sanatçı gerçekten güçlü değilse yok olmakla karşı karşıya gelebilir. Fransa’da bu pazarın dışında kalan yüzlerce sanatçı var, geçimlerini başka yollarla sağlamak zorunda kalan değerli sanatçılar… Uluslararası sergilere katılma olanakları yok denecek kadar az! Biz de sanat pazarının dışında kalmaya özen gösteriyoruz.

B.M                         — Sanat dergileri de bu gündeme gelme ve pazarlama işini körüklüyor sanırım!

 P.Poirier — Gerçekten öyle! Oysa sanatçı bir medya yıldızı değildir. Zamana, sessizliğe, düşünmeye ve çok çalışmaya gereksinimi vardır. Ne yazık ki bu sanat dergisi sistemi de sanat pazarı olayına yardımcı oluyor. Pazarda beni korkutan şey, sanatçının bir ürün durumuna gelmesi. Binlerce galeriyi doyuracağım diye sürekli üretmek, yapıtların anlamsızlaşmasına neden oluyor. Öte yandan sanat pazarının iyi bir yani, eleştirmenlerin ülkeyi dolaşıp, sanatçı keşfetmeleri!

 *

      Patrick ve Anne Poirier için Türkiye sonsuz bir esin kaynağı ve 2. Uluslararası İstanbul Bienali için gerçekleştirmeyi düşündükleri yapıt üstünde çalışmaya başladılar. İstanbul’dan İzmir’e uçtular ve o çevredeki örenleri gezdiler. Bu çalışmanın sonucunu Eylül 1989’da izleyeceğiz.