Arredamento Dergisi
Aralık 1990
Fırtınalı bir yaz gecesi on iki saatlik bir gemi yolculuğundan sonra Herakleion’a sabahın ilk saatlerinde vardık. Akdeniz’in ortasında doğu-batı doğrultusunda uzanan Girit, hiç de Lawrence Durrel’in Alexandria Quartet’inden bellediğimizde kalanları yansıtmıyordu; daha çok gelişmekte olan bir ticaret limanı görünümündeydi. Bizi karşılayan taksiyle kentin yarı bitmiş ve yeni başlamış yapılarıyla dolu sokaklarından hızla geçerken, bu adamın da çarpık bir turizm gelişmesinin kurbanı olduğu izlenimi gittikçe güçleniyordu. Heraklion’da Morosini çeşmesi, güçlü kent surları, Arkeoloji Müzesi’nin görülmesi gerektiğini öğreniyoruz. Kentin beş km dışında gıcır gıcır restore edilerek, tarihsel atmosferi yok edilmiş Knossos Sarayı yer alıyor; her gün binlerce turist sarayın zeminini çiğneyip duruyor. Bütün özgün kalıntılar müzeye kaldırılmış.
Minos Beach Art Symposium’un yapılacağı Mamidakis otellerinden birisi olan Minos Beach Oteli Heraklion’a 70 km uzaklıkta bir zamanlar “şirin” olan ama şimdi turistik zevksizliğin bir parçası olan Hagios Nikolaos kasabasındaydı. Herikleion-Hagios Nikolaos arasındaki yol yer yer güzel bir Girit doğasının içinden geçiyordu, ama birçok turistik kasaba bu güzelliği bozuyordu. Girit adasında boylu boyunca uzanan dağlar kuzey ve batı arasında sanki aşılmaz bir sınır çiziyor, güney kıyılarının daha bozulmamış olduğu anlaşılıyor. Adanın doğu ucundaki dağ sırası Lasithi adını taşıyor ve kıyılardaki karmaşaya karşıtlık oluşturan varlığını duyuruyordu.
3000 yıllık Minos kültürünün kalıntılarına adanın her tarafında Mallia’da, Phaistos’da, Gurnia’da, Gortyn’de rastlanıyor. Mitolojide önemli bir yer tutuyor, Girit: Zeus ve Europa’nın oğlu efsanevî kral Minos’un karısı Pasiphae muhteşem bir beyaz boğaya aşık oluyor. Atinalı usta Daidalos kraliçeye, içine saklanıp bu boğaya yaklaşabilmesi için tahtadan bir inek yapıyor. Bu birleşmeden insan gövdeli boğa başlı korkunç Minotauros doğuyor. Kral Minos karısının utancını gizlemek için Daidalos’a bu kez bir labirent yaptırıyor ve Minotauros’u oraya hapsediyor, ama her yıl genç kız ve erkekleri ona kurban veriyor. Theseus labirente girerek Minotauros’u öldürmeyi ve kral Minos’un kızı Ariadne’nin verdiği yumağın ipini izleyerek labirentten dışarı çıkmayı başarıyor… Arkeoloji müzesi bu efsanenin görsel kanıtlarıyla dolu; keramikler ve freskler üstünde zengin bir ifade, doğu ve batı sanatlarının inanılmaz başarılı bir bireşimi, bitki ve hayvan stilizasyonunda erişilmesi güç bir estetik…
Mamidakis otellerinin genç sahibesi Gina Mamidakis geçmişin sanatına bugünkü sanatla yanıt vermeye karar vererek, otelin parkını çağdaş sanat yapıtları için bir açık hava müzesine dönüştürmeye karar vermiş. Kuşkusuz sabırla uygulaması gereken bir proje, ama 1988’de başlatılmış ve sürdürülüyor. Her iki yılda bir Akdeniz sanatçıları bu park için yapıt gerçekleştirmek üzere çağrılıyorlar. Tüm harcamaları ödeniyor ve beğenilen yapıtlar satın alınıyor. İlk serginin yapımcığını Vick Dracos ve yardımcısı Dimitri Coromilas üstlenmişler; Buren, Chie, Cucchi, Gallo, Kapoor, Kosuth, Mattiacci, Oppenheim, Poirier, Theodoros gibi çok ünlü sanatçıların yanında daha az tanınmış sanatçılar yer almış bu ilk uygulamada. Bu kez Dimitri Coromilas tek başına üstlenmiş 1990 sergisini. Mart ayında İstanbul’a çıkageldi ve iki Türk sanatçı seçmek için kendisine yardımcı olmamı istedi. Her zaman projeleri hazır olan Serhat Kiraz ve büyük madeni kitaplar gerçekleştirmek istediğini bildiğim Handan Börüteçene teklifi kabul ettiler ve hemen projelerini gönderdiler.
Venedik Bienali ertesinde Atina üstünden Girit’e vardığımızda sanatçılar 9 Haziran’daki açılış içim yoğun bir çalışma içindeydiler. Hemen hepsi doğa ve çevrenin önceliğini kabul etmişti, demir, bakır, cam, mermer en gözde malzemelerdi. Giritli ustalar sanatçılara atölyelerini açmışlardı. Sonuçları kestirmek hemen hemen olanaksızdı, her şey parçalar halinde üretiliyordu. Her sergide olduğu gibi her şey en son dakikada bitti.
Parkın içinde gezenler kavramsal yapıtlarla karşılaştılar. T biçimli iki mermer havuz birbirinin içine geçecek biçimde yerleştirilmişti, birisinin içi toprak doluydu ve üstüne bir gül ekilmişti, mermerin üstüne bir şiir kazılmıştı (Vettor Pisani), Deniz kıyısında üç sayfalı bir bakır kitap yükseliyordu, iki sayfa ağır cam küre taşıyordu, üçüncü küre denize açılmak üzereydi (Handan Börütüçene), kumsalda yerde terkedilmiş bir mermer çerçevenin parçaları yatıyordu (Lucilla Catania), plajın bütün ışıkları ayna ve mermer levhalarla düzenlenmiş yatay bir disk etrafa yansıtıyordu /Theodoulos), ağaçların arasından yüzlerce cam lamayla doldurulmuş dört demir ayak göğe doğru yükseliyor, yerdeki kavramsal pusulayı tamamlıyordu (Kiraz), çimenlerin üstünde dümdüz dikdörtgen bir demir kutu üstündeki cam, tüm gökyüzünü ve Goethe’nin “geçmişini korumasını bilmeyen, onu hak etmez” sözünü yansıtıyordu (Musella), otelin küçük şapelinin duvarına bağlanan yüzlerce ince bakır tel, güneşin ışıkları altında altın bir yüzey oluşturuyordu (Sevilla), bir ağacın altındaki cam kutu yapraktan biçimlendirilmiş geleneksel bir motifin çoğaltılmış parçalarını saklıyordu (Sosa), bir duvarda güneşin ışığına karşıtlık oluşturan neonlar parlıyordu (Antonakos), başka bir ağacın altında kuşlarla söyleşiye giren, onları kendine çekerek su, ışık, yiyecek gibi özellikler taşıyan bir yapıt saklanıyordu (Fogli).
Sanatçıların hepsi bu doğayı, çevreyi, geçmişi, bugünü yoğun bir biçimde yaşıyorlardı, esin kaynaklarını doğrudan doruya açıklamadan, ipuçları vererek anlatıyorlardı. Deneyimlerini özgürce yaşayacakları bir ortam bulmuşlardı, bunu başka sanatçılarla paylaşıyorlardı, bir haftalık bir ilişki onlar için yeni ilişkilerin başlangıcıydı. Yapıtlarını yaratırken iki şeye önem veriyorlardı: Geçmişte yaptıklarıyla olan ilişkiler ve kendi kimlikleri üstüde düşündükleri zaman binlerce imge arasından, yaşadıkları bu an için en uygun olan imgeyi seçme!
Minos beach sergisi yine Akdeniz ülkelerinden davet edilmiş sanat eleştirmenleri ve uzmanlarının katıldığı bir sempozyum ile tamamlandı. Sempozyum’a İspanya’dan Rosa Queralt, İtalya’dan Lucrezia de Domizio ve Maria Vescovo, Yunanistan’dan Efi Straousa ve Demostthenea Davvetas, Türkiye’den de ben katıldık. Sempozyumun konusu “Yeni Akdeniz Kültür Kimliği” kuşkusuz 1992’deki Avrupa Kültür Kimliğine bir gönderme yapmak amacını taşıyordu. Bütün konuşmacılar Akdeniz ülkelerinin evrensel sanat ve kültür için çok zengin bir esin ve yaratıcılık kaynağı oluşturduğunu, ama günümüzde bu kimliğin siyasal ve ekonomik çalkantılar içinde yıprandığını dile getirdiler ve bu tür ortak sanat ve kültür etkinliklerinin bu kimliğin canlı tutulmasında büyük yararı olacağını belirttiler.
1991-92 yılı içinde Girit’e giderseniz bu sergiyi izleyebileceksiniz.