Arredamento Dergisi, Söyleşi
Mayıs 1991
Ss 132-133
Çağdaş Yunan sanat ortamının önde gelen eleştirmen ve küratörlerinden Efi Strausa, 1989’da Bari’de (İtalya) Expo Arte kapsamında gerçekleştirilen “Akdeniz Ülkeleri Çağdaş Sanat Sergisi” katalogunda, Yunan sergisiyle ilgili yazısında şunları söylüyordu: “…tarihle kararlı bir bağlantı kuran bu çıkışın farkında mısınız? Yüzyıllar boyunca insanın tarihsel kavramını ve gelişimini besleyip yayan dünyanın bu bölgesinde (Akdeniz), bu soru bir kez daha gündeme geliyor. Sanat, bu düşünce silsilesini tamamlamak, ve tarihsel zaman dışında kalan yaratıcılık gizlerinin içine girmeye olanak tanıyan arkaikliğe ulaşmak üzere. Tarih kör ve ideolojik bağları zorla kabul ettirirken, sanat bunların üstesinden gelmeye çalışıyor ve bugünkü bilgilenme sistemine boyun eğmeden, gerçekle ilişki kurma görevini sürdürüyor. Bu yüzyılda bu yönde değinmeler ve aydınlatıcı beklentiler yaşadık. Yol keşfedildi; ama bu, uzun ve yavaş olacak. Bu, çağdaş üretimin değil, bir kuluçka ve büyüme sürecinin hızıdır.”
Efi Strousa’nın Expo Arte için seçtiği sanatçılar arasında, kendi gövdesinden kalıp alarak, bunları bir dizi alçı-heykele dönüştüren Dimitri Alithinos da bulunuyordu. Figürlerin başı yoktu; ama gizemli ve büyülü jestlerle uzanan elleri derin bir bekleyişin ve sabrın göstergesiydi. Bu, insanlar arasında günümüz dünyasında varolmayan gerçek ilişkinin kurulmasına bir çağrı anlamına geliyordu. Figürler, arkaik kurosların yeni bir tarih ve kültür yaratmak üzere ileriye doğru adım atışlarını ve bunu yaparken geçmiş ve geleceği aynı anda kavrayan bilgelik dolu gülümseyişlerini gündeme getiriyordu. Alithinos’un heykellerinde baş yoktu; ama biz, bu gülümsemeyi görüyorduk sanki.
Dimitri Alithinos, “2.Uluslararasi İstanbul Bienali” kapsamındaki -yine Efi Strousa’nın küratörlüğünde düzenlenen- Yunan sergisine bu kez, bal petekleriyle donatılmış iki araba arasında karşılıklı yayılan, paslı desenlerle süslü, yıldız biçimli iki demir disk sergiledi. Bu yapıt da arkaik bir enerjinin, tüm insanlığın paylaştığı ama adlandırmaya zaman bulamadığı “tasavvufi” düşüncelerin varlığına değiniyordu.
1945, Atina doğumlu Alithinos, sanat ortamında adını 70’1i yılların başında duyurdu. Atina’nın avant-garde galerisi Desmos’da açtığı sergilerle dikkat çekti. 80’li yıllarda Paris (Gençlik Bienali), Amsterdam, Antwerp, Sao Paolo (17.Bienal), Stockholm, Atina ve Lefkoşe’de karma sergilere katıldı. Atina’da yaşamasına karşın, sürekli dünyayı dolaşan ve özellikle Afganistan ve Hindistan’a giden Alithinos, karşılaştığı farklı kültürel ve toplumsal ortamlarla doğayı, belirli bir anlatım dilinin kısıtlayıcı biçimciliğine kapılmadan yorumlamaya çalıştı.
Alithinos İstanbul’a bir kez daha, Mayıs ayında Galeri BM’de bir kişisel sergi gerçekleştirmek üzere geliyor. Türkiye’ye birkaç kez gelerek, ülkemizin kültürel, toplumsal ve doğal ortamını kendine özgü araştırıcılığı ve duyarlığıyla algılayan Alithinos yüzeysel ve görünenin albenisine -ya da iticiliğine- kapılmadan, altındaki gerçek ve gizemle ilgilendi. Aiithinos ile, sergisi öncesinde bir söyleşi yaptık -daha doğrusu, 1990 Haziranında Girit Bienali öncesinde uğradığımız Atina’da başladığımız konuşmaları sürdürdük.
Ancak, bu konuşmayı aktarmadan önce, Atina’daki çağdaş sanat ortamının durumuna değinmemiz gerekiyor. Ulusal Müzesi içinde bir modern sanat müzesi bulunan Atina’da, kapsamlı bir çağdaş sanat müzesi yok; ama birkaç özel çağdaş sanat müzesi bu gereksinime yanıt verebiliyor. İstanbul’da olduğu gibi, Atina’da da çağdaş sanatı ayakta tutma işlevini galeriler görüyor. Küratörlük sistemi gelişmiş, sponsorlar az olmakla birlikte bilinçliler, uluslararası sanat pazarına girme amacını da benimsemişler. Yunanlı sanatçılar çoğu kez kendi çabaları ve uluslararası sanat ortamıyla ilişkideki Jean Bernier, Desmos, İleana Tunta gibi galeriler ve Dracos Art Center ve Dimitri Coromilas’in yayımladığı Tehni Art dergisi aracılığıyla, kendilerini özellikle Avrupa’ya tanıtma olanağı buluyor. Şimdilerdeyse, gerek sanatçılar, gerekse galeriler Avrupa Birliği içindeki konumlarını hesaplamakla meşguller. Hem umut, hem de çekingenlik egemen bu alanda. Alithinos şöyle söylüyor:
“Bugün Yunanistan 1992’ye hazırlanıyor, her şey bu yeni sisteme uydurulmaya çalışılıyor. Ben ise kendimi XXX.yüzyıla hazırlıyorum. Resimlerim ve yapıtlarım XXX.yüzyıl için! Yunanistan için bu hazırlık aşamasında bazı şeyler kötü, bazı şeyler iyi. Kötüleri sıralayayım -gerçi Avrupa Birliğine girince siz de göreceksiniz: Avrupa’nın güçlü devletlerinin kültürleri birbiriyle rekabet içinde. Bu rekabeti sürdürebiliyorlar; çünkü, temel yapıların hepsi var onlarda. Bize kendi ölçütlerini kabul ettirmek istiyorlar; oysa, biz eşit durumda değiliz. Ekonomik, siyasi ve toplumsal altyapıda olduğu gibi, sanatsal altyapıda da eşitlik yok. Biz görünüşte güçlü değiliz, ama gizli bir biçimde güçlüyüz. Bizde derin bir yaratıcılık var; sanatı duyarak yaşıyoruz biz, onlarsa sanatı üretmiyor. Arada çok büyük bir fark var. Avrupa kültürüne inanmıyorum. Avrupa küçük kültür bahçelerinden oluşmuş bir büyük bahçe. Onların suyu var, suluyorlar; benim bahçemin suyu yok, solmuş bir bahçe benimki. Önce bunu onarmalıyım.
“ABD kültürü çok-yönlü, ama icat edilmiş bir kültür. Boston’da 1883 tarihli yapılar “en eski” sayılıyor. Onlar tarih ve kültür yaratmaya, sonra da bize satmaya kalkışıyorlar. Gerçek kültür ve sanatın sahibi bizlerin bu baskılara karşı koymamız ve kimliğimizi onlara kabul ettirmemiz gerekli. 1992’de Avrupa kentlerinde yaşamak gibi birtakım kolaylıklar belki olacak, ama kuşkuyla bekliyorum.”
Avrupa Birliği’nin yürürlüğe girmesi aşamasında yapılan hazırlık ve bilgilenme seviyesi nedir?
Dimitri Alithinos: Gecen Eylül OMEPA adlı sanat sponsorluğu örgütü tarafından bir uluslararası sempozyum düzenlendi. Bu sempozyuma Avrupa’dan ve Japonya’dan küratörler, özel şirketlerin sanat danışmanları, halkla ilişkiler uzmanları ve reklamcılar katıldı. Bizi aydınlatmaya çalıştılar. Anlaşılan, artık sponsor kişiler yok, sponsor firmalar var; başka bir deyişle, geçmiş dönemin ‘mesenleri’nin yerini anonim şirketler aldı. Bu şirketleri “çok kültürlü” danışmanlar yönlendiriyor. Bu sempozyumda. kuruluşların sanat eleştirmeni kullanmalarını önerdim. Bence sanat eleştirmenlerinin işlevi çok önemli, nedeni de çok açık! Sanat eleştirmenleri sanatçıların sadık dost gereksinimini karşılıyor, onların pratik işlerini görüyor, ilişkilerinde yardımcı oluyorlar. Benim için sanat eleştirmeninin işlevi Rönesans’tan bu yana değişmedi. Rönesans’ta sanatçı kilisede çalışırken papazla ilişki kuruyordu; papaz, sanatçının sırdaşı, ortağıydı. Günümüzde sanat eleştirmeni papazın yerine geçti. Örneğin Efi Strousa benim için bu anlamı taşıyor.
80’Ii yıllar bütün ülkelerde, sanatta değişmelerin, metaforların dönemi oldu. Yunanistan’da 80’ler nasıl geçti?
D.Alithinos: 80’1i yılların başında Yunanistan’da Efi Strousa’nın adını koyduğu bir akım var: “Emerging images” (Doğan İmgeler). Ben, Diochandi, Lazongas, Davou gibi sanatçılarla birlikte bu akımın içindeydim, ama 85’den sonra ayrıldık. Biz “transavanguardia”ya karşıydık, çünkü bu akım biraz prefabrike geliyordu bize. Oysa, “arte povera’ bir gereksinimden doğmuştu, organik gelişme kökleri vardı. Transavanguardia sanki önceden hesaplanmıştı, başka bir deyişle, “Şimdi böyle bir akımın zamanıdır denilerek yaratıldı.
Benim özelliklerimden biri, ileriyi görmek; bu örnekte bunu yaşadım. Prefabrike akımların ilki “transavanguardia” idi, daha sonra bunu “neo-geo” gibi akımlar izledi. “Bu prefabrike akımların ne sakıncası var?” diye soracaksın. Sakıncası var; çünkü zorla kabul ettirme durumu var. Organik olmayan bu akımları yalnızca bizim gibi periferal ülkelerin sanatçılarına değil, kendi sanatçılarına da kabul ettirmek istiyor bu sanat sistemcileri. Müzeleri, galerileri, altyapıları olduğu için de kabul ettiriyorlar. Olanakları olmayanlar bu yapaylığa kurban oluyor, Yunan ve Türk sanatçılar gibi. Her iki ülkede de 20’şer müze olsaydı, durum değişik olurdu.
Oysa, sanat ye kültür zaman ister. “Ready-made” kültür olmaz. Şimdi, “bu yılın sanatı” diyoruz, geçmiş için “yüzyıl” birimi kullanıyoruz. Ne büyük bir çelişki ve aymazlık! Büyük ülkelerde bu akımlar bitse bile, küçük ülkelerin sanatçıları aynı akımlar kapsamında hala üretiyorlar. Bu doğru değil; tam zamanı vardır ve buna saygı göstermek gerekir. Sanatçı bu zamana bağımlıdır. Zaman yapıtın tamamlayıcısıdır. Bu zaman yoksa, yapıtı tamamlama olanağı yoksa, sanatçı karanlıktadır.
Bu durumda senin direncin nasıl oluşuyor?
D.Alithinos: Benim yarattığım ve yaratacağım bütün yapıtları içimde taşıyorum. Benim içimde bir ışık var; bu ışığı kendi içimdeki, yapıtları taşıyan derinliğe doğru döndürürsem, yapıtlarımı görürüm. Eğer, bir sanatçının kendi içindeki ışığı, kendi içindeki yapıtlara doğru döndürme olanağı yoksa, bu kötü! Bence büyük ülke sanatçılarının da ışığı var; ama onlar bu ışığı kendi içlerine döndürme olanağı bulamıyorlar, ya da bu riske girmek istemiyorlar. .Olanakları yeniden oynatmak korkusu bu. Işığı döndürmeye başlayınca risk başlıyor, karanlığa rastlarsam korkusu bastırıyor; ye onlar ışığı hep aynı yerde tutmayı yeğliyorlar.
Ben Ayasofya’yı, Sistin Kilisesini vb. kendim yaptığıma eminim. Buna metafizik deniliyor, ama bu bence fizik. Benim gücüm biraz da bundan kaynaklanıyor. Benim müşterim bu sistem değil; sistemin kölesi olmuyorum.
Doğu kavramı sizin için önemli. Sizce Doğu nedir?
D.Alithinos:Bir gün bir adaya gittim ve yaşlı bir adamla konuştum. Bana buradan sonra nereye gideceğimi sordu, “Atina ve New York” dedim. “Demek Batıya. sonra da Doğu’ya gidiyorsun” dedi. Benim için Doğu, ışığa doğru gitmektir. İstanbul, Karaçi, Kalküta, Tahiti, Amerika. Doğu, benim için coğrafi bir kavram değil, sadece ışığa doğru gitmek. Bir gün Amerika’yı ışığın yönüne doğru giderek bulacağım, şimdi ise bu ışığın içindeyim.
Bu ada Pasifik Okyanusu’ndaydı! Bu, benim içimde olduğunu söylediğim ışıkla aynı şey. Ben, bir ülkede seyahat ederken toplumsal yaşamla ilgilenmem. Toplumbilimci değilim. Bir öğrenci gibiyim, bu nedenle içimdeki ışığı sürekli döndürebilmek için çok olanağım var.
Java’da, bir kapının yanında birbirine benzeyen iki heykel vardı. Biri kötüyü, öteki iyiyi simgeliyordu. Oysa, çok dikkatli bakıldığında birbirinin aynıydı; ak ve kara değildi yani. Eşit iki şey nasıl iyi ve kötü olurdu? Birden ayrı pozisyonları anladım. Biri bu yanda, öteki öte yandaydı. Bizler için kesin karşıtlıklar var, oysa Doğu’da yaşayanlar için bu karşıtlık yalnız yer değiştirmeyle oluyor. Bu, içinizdeki ışığı değiştirebilmeniz için yeterli bir olanak. Oysa, Batıda böyle değil. İyi, kötüden başka bir şeydir. Ya iyisin, ya da kötü! Ya sistemin içindesin, ya da değil!
Haziran 1990’da “Epidauros Festivali”nde gerçekleştirdiğiniz yapıt bu felsefenizi yansıtıyor. Bir galeninin tabanını 3.5 m. derinliğinde kazdırdınız ve 6 m. çapında, üstü gümüş kaplı bir kalkanı bu büyük çukurda sergilediniz ve sergiden sonra bunun üstünü örtüp, kalkanı belki sonsuza değin sakladınız. Olağanüstü güçlü bir iş bu!
D.Alithinos: Evet, bu yapıtı saklarken, sözünü ettiğim gerçeği bu denli çıplak görmüyordum. Bu saklama işini, bir tohum ekme gibi görebilirsiniz. Bu yapıtta birkaç özellik var: Geçmiş, şimdiki zaman ve geleceği birarada düşünüyor, yapıtın biçimini görünmez kılıyorum, ama enerjisini bütün zamanlar için özgür bırakıyorum.
Tuhaf bir biçimde, bazı gerçekleri değiştirdim. Yapıt ilkelerini değiştirdim. Yapıt görseldir. Yapıtın görselliğini yok ettim, duyusal duruma getirdim. Başlangıçta bu denli köktenci bir değişim olacağını düşünmemiştim; ama zaman geçtikçe, yapıtın başka bir boyutta varolduğunu görüyorum.
Artık görünmeyen bu yapıtın üstünde daha çok konuşuluyor. Sözel bir mit oluşuyor. Herkes birbirine anlatıyor. Belki birgün hiç konuşulmayacak. Uzak bir gelecekte bu yapıt rastlantısal olarak yine ortaya çıkabilir. Ancak şimdi, bu yapıtı yarattığımı bilen tanıklarım olması bana yetiyor. Bunlar, bilinen anlamda sanat izleyicisi değil, sanat tanığı oldular. Ben, izleyici alma durumunu tanık olma durumuna dönüştürdüm. Bence, bundan sonra artık sanatın tanıkları olmalı.
Galeri BM’deki işiniz de böyle mi olacak?
D.Alithinos: Evet, yine bir büyük demir disk tasarlıyorum. Bu diski daha sonra İstanbul’da bir yere saklamak isterim.
Alithinos’un sözleri, belki birçok Türk sanatçının düşüncesini de dile getiriyor. Bir ortak sorunlar çözümler-ilişkiler düzlemi var. Bu düzlemde buluşmak isteyenler, bir yolunu bulup buluşuyor. Yol, uzun ve yavaş da olsa…