Anons Dergisi
Şubat 1992
s.s 6-7
1984 yılında Valikonağı Caddesinde küçük bir mekanda Galeri BM’yi kurdum. 1980’den beri dört yıllık bir kurumsal çalışmam vardı. Yazılar yazıyordum. Amacım bunu uygulamaya dönüştürmekti. Bir potansiyel gördüm genç kuşakta. Resim ağırlıklıydı bu. Resimde, figür ağırlıklı bir patlama gözlemliyordum. 1986’ya kadar, genç sanatçıların sergilerine yer verdim. Küçük boyutlu çalışmalara, desen çalışmalarına… karma sergiler yaptım. 1987’de Figür Ötesi adlı bir sergi açtım. Sergi, Maçka’da yeni bitmiş boş bir yapıydı. Daha kaba inşaat halinde olan bir mekandı. 1.İstanbul Bienali ile eş zamanlıydı bu etkinlik. Bienalde olmayan sanatçılara yer verdim. Dolayısıyla alternatif bir sergi oldu. Yeni ekspresyonist figür anlayışıyla çalışan sanatçıları sergiledim. Burada iki husus var; birincisi bir bienal küratörü olarak, ayrıca bir alternatif sergi düzenlemem, ki bu iki karşıt işlevi yerine getirmek gibi riskli bir durum. İkincisi, uluslararası sanat ortamında bitmek üzere olan bir akımın burada geç de olsa dikkatti çekmesini sağlamak. Bir gerçeği bir an önce ortaya çıkarmak.
Galerinin daha sonra yönlenmesi seçmeli bir tavır oldu. Ancak yer küçük geliyordu. 1988’de şu anda bulunduğumuz katı alarak galeriyi burada sürdürdüm. Burada da yine genç kuşakla çalıştım. Sanatçı seçimleri, önce sanatçının düşüncesine, yaşadığı gerçeklerle olan ilişkisine bakılarak yapılıyor. Sanatçı dünyaya ve Türkiye’ye nasıl bakıyor, bunu sanatına nasıl yansıtıyor? Santçının yalnızca yapıtları değil, karakteri de bence önemli. Sanatçının davranışlarıyla sanatı arasındaki bağ son derece önemli. Bu durum yapıtın gelişiminde birçok olumlu olumsuz özelliği ortaya çıkarıyor. Dahası, geçici ilişkileri sevmiyorum. Bir sanarçıyla çelışmaya başladığım zaman bunun uzun süreli olmasını istiyorum. Bugün bir sanatçının bir-iki yıl ne yaptığından çok, onun Türkiye’deki sanata uzun vadede ne katkıda bulunacağı önemli.
Galeri BM’nin kuruluşundan 1991’e kadar ticari yönden büyük sıkıntı çektim. Bu, galerinin gelişmesini de etkiledi. İstanbul’da heykel alıcısı yok denecek kadar az, resim alıcısının büyük bir bölümü bilinçsiz ve bilgisiz, adını çık duyduğu, başkalarının duvarlarında gördüğü, resmini tartışılmaz sandığı sanatçılara yöneliyor, ya da ölçüye ve rengine göre resim istiyor, galericinin yönlendirmelerine önem vermiyor. Bu duruma çoğu kez galerici kendine alıcının eğilimlerine göre yön vermek zorunda kalıyor. Bu çelişkili durum ve işin ticari yanı ile kuramı arasındaki ikilem beni düşündürmeye başladı. 1. İstanbul Sanat Fuarı sırasında kesin bir karar vermem gerektiğini düşündüm, ticari yönü kapatmaya karar verdim. Bu Galeri’de, şimdi Merkez’de, komisyonlu ya da komisyonsuz resim satışı yok. Benimle çalışan sanatçılar istedikleri yerde resim satabilirler, benimle de temsilcilik anlaşması yaparlar. Burada sanatçının tanıtımı yapılır, kataloğu hazırlanır, yurtdışı olanakları izlenir. Bunların karşılığında hizmet bedeli alıyorum. Bir serginin parasının önceden hazırlanması gerekiyor. Sergi için bir sponsor bulunduğu takdirde, ben katkı ve masraflarımın karşılığını bir yüzde olarak alıyorum. Sponsor bulunmadığı durumlardasanatçı sergisini açabilmek için, belli bir süre önceden, diyelim ki bir yıl, serginin masraflarını karşılayacak parayı, başka galerilerde yaptığı satışlardan ayırır, biriktirir. Sponsorları ikna etmek, sanatçıları sabırlı olmaya yöneltmek kolay değil, ama olmayacak iş de değil!
Sergi açmak isteyen genç sanatçı çok, bunlara bir altyapı, güvence ve olanak hazırlamak ilginçtir. Özveri karşılıklı olmalıdır. Bu, uluslararası sanat ortamında “non-profit” merkezlerin uyguladığı sistemdir. Bizde de zamanı gelmiştir.
BM Çağdaş Sanat Merkezi’ni kurmamın bir nedeni de dışarıyla olan ilişkilerimdir. Birinci ve İkinci Bienal’in koordinatörlüğünü yaptım. O zaman tescil edilmedi, ama bir kaç yabancı serginin küratörlüğünü yaptım; bu çalışmalarım dışarıda dikkati çekti. Bienallerde uluslararası odak noktalarının dikkatini çekebildik. Burada bir noktayı belirtmek gerek. Bienaller yapılıyorsa mutlaka sanat altyapısının olması gerektiği gerçeği gözardı edilmemelidir. Bienaller için zamanında yaptığım uyarılara karşın, sürekli bir kadro kurulmadı ve yurtdışı ilişkilerde süreklilik sağlanmadı. Bienal geçici bir “entertainment” değildir, bir ülkenin iddialı bir biçimde dünya sanat alanında boy göstermesi demektir! İki yıldır yurtdışında yaptığım gözlemlere göre, iki bienalden sonra yurtdışı ilişkilerinde bir zayıflama olmuştur. Bu durumun mutlaka düzeltilmesi gerekir.
1989-1991 arasındaki kişisel girişimlerimle yaptığım uluslararası bağlantılar, İtalya Bari’de Akdeniz Ülkeleri Çağdaş Sanat Sergisi’ne 9 sanatçı ile katıldım. 44. Venedik Bienali’ne iki sanatçı ile katıldım, Polonya Kradov’da “Europe Unknown” sergisine katılım olarak gelişti. Ayrıca Venedik Bienali kapsamında Arts International’ın düzenlediği “Expanding Internationalism” (Uluslararasıcılığın Açılımları) kongresine, 1990’da Minos Beach Akdeniz Sempozyumu’na ve 1991’ Los Angles’da 25.AICA (Uluslararası Eleştirmenler Birliği) kongrelerine Türkiye’deki sanat ortamının durumunu ve sorunlarını ve Doğu-Batı ikilemini anlatan bildiriler sundum.
Bütün bu etkinliklerin sonucunda burasını bir Çağdaş Sanat Merkezi’ne döünüştürme kararını aldım. Destek bulabilirsem daha da ileri giderek bir Çağdaş Sanat Enstitüsü kurmak istiyorum. Tabi bunun için ilgilenen sponsorlardan katkı almam gerekiyor.
Buradaki dia ve yazı arşivini geliştirmek, kurumsal ağırlıklı bir bülten çıkarmak, dışarıdan eleştirmen ve küratör çağırmak, seminerler yapmak gibi çalışmaları olması gerekiyor bu merkezin. Çünkü felsefe ve estetik temeli olmaksızın çağdaş sanat kuramları ve kavramları gelişmez. Bu kavram ve kurallar bilinmeden, tartışılmadan çağdaş sanat yapmak mümkün deildir.
Önümde uluslararası sanat ortamı ile ilişkileri içeren bir program var. Bu programı ne kadar uygulayabilirim? Şimdiden bilinmez. Türkiye sınırları içinde biz ne yapıyoruz? Yapılan sanat ne kadar geçerli. Sınırlarımızın dışına çıkıp uluslararası sanat ortamına nasıl katılacağız? Yoks katılmayacak mıyız? Katılacaksak, ne zaman? Bu sorularla ilgilenen yok gibi.
Burada “sanat” deyince, herkes önce “sanat pazarı”ndan söz ediyor. Oysa sanatımızın, sanat pazarından önce ele alınması gereken sanat kriterleri, sanatçının durumu, resmi sanat politikası gibi sorunları var!
Sanat pazarını ele alırsak, Sanat Fuarı sanat pazarı için tam bir ölçü olmamaıştır. Körfez krizinin etkileri, mevsimin durgunluğu ve ilk fuar olması, olumsuzluklar yarattı. Fuarın kazandırdığı şey, galerilerin birarada kitleye mallarını sunması oldu. Kitle, fuar dolayısıyla “tercihlerini” yapma olanağı buldu. Hangi galerilerin kendisine hitap ettiğini daha iyi analdı. Fuarda da belirgin olduğu gibi, şu anda sanat pazarında bir karmaşa var! Elmalar, armutlar, muzlar, lahanalar birarada sunuluyor. Galerilerde uzmanlaşma yok. Bu durum, sanat kriterlerini etkiliyor. Galerilerin pazara sundukları malı çok iyi tanımaları lazım. Uluslararası galerilerin çizgileri belrgindir.; manzara resmi satanlar, gerçekçi resim sanatlar vb. Gibi ayrımlar belirgindir.
Sanat pazarında fiyatların neye göre ayarlandığı da bir “muamma”. Galeri satışlarıyla müzayede satışları ayrı şeylerdir, oysa bizde ikisi birbirine karışıyor. Galerilerde belirli bir satış ritmi vardır. Galerici sattığı resmi kurumsak olarak da temsil eder. Müzayedeci, özellikle yaşayan ssanatçının resmini satıyorsa, onun kurumsal değerinin sorumluluğunu taşımaz.
Sanat tarihi içinde adı geçen sanatçıların yapıtlarının yüksek olması, Nazmi Ziya gibi, Namık İsmail gibi, normaldir; ancak sanat tarihi kitaplarında (bu kitaplar da bir kaç adet ve bilimsel değerleri tartışılır) adına bir kez değinilmiş ya da adı geçmeyen ölmüş bir ressamın değeri, alıcının bilgisizliğinden yararlanılarak yükseltiliyor. Alıcı bilgisiz, satışı yapan kişi bu bilginin eksikliğinden yararlanıyor.
Öte yandan galerilerde bile belli bir ritm içinde satılmaya çağdaş ressamların resimleri neden müzayedelere sokuluyor? Yoksa kolleksiyoncular bazı ressamların resimlerini bir an önce ellerinden çıkarmak mı istiorlar?
Galeri ve müzayede satışları çok açık bir biçimde kamuoyu önünde tartışılmalı, sorunlar, kriterler ve arz talep durumları ortaya konulmalı. Bu konu “şeffaf” olmalı. Gerçek anlamda bir Pazar oluşması için yaşayan sanatçılarla ilgili yıllık satış listeleri koleksiyoncuların bilgisine sunulmalı. Bu sanatçıların “kote” olmalarına yarayacaktır. Ayrıca alıcının gerçek eğilimini ortaya çıkaracaktı. Alıcı, bugünkü sanat gelişimi içinde önemli olmayan, dekortif, içeriksiz, illüstratif resimlerden yanaysa, bunu da açıkça biliriz! Alıcı da bu “sorumsuzluğu”nun sorumluluğunu taşır. Ayrıca alıcı elindeki resmi 1-2 ay içinde paraya dönüştüremiyorsa, bu sanat pazarının yeterince oluşmadığının bir göstergesidir.
Sanat konuşmaya başladığımızın üçüüncü dakikasında “Kaça?” diye soruluyorsa sanat kriterleri karışmış demektir. Türkiye’de otuz yıldır ilginç bir üretim gelişimi var, bunun adı da “çağdaş sanat üretimi”dir. Bu üretim nerede? Demek ki, yüzyılın sonunda “çağdaş müze” kavramı ve sistemi içinde girilememiş, hala! Bu, sanat ortamına az çok bulaşmış herkesin üstünden düşünmesi gereken bir sorundur. Bu düpedüz “kimliksizlik”tir, dünya kültürü kriterleri içinde. Otuz yıldır üretilen sanat yapıtlarının dünya içindeki yeri irdelenmemiştir, savunusu yapılmamıştır.; bütün dünyayı çok ilgilendiren Doğu-Batı ikileminin, Türkiye gibi, bu işin ortasında olan bir ülkedeki durumu ortaya konmamıştır. Dünyadaki konumu itiariyle, Türkiye’de yaşayan çağdaş sanatçının bu ikileme verdiği yanıt beklenmektedir. Bu kurumsal altyapı çalışması gerçekleşmediği için genç kuşak sanatçılar kendi durumlarını değerlendirme güçlüğü çekmekte, başlangıç noktası boşluğu duymaktadır; genç sanatçıların “referans” bunalımı vardır.
Bunun sorumluları kimlerdir? Otuz yıldır çağdaş sanat alanında kurumsal altyapının kurulması için yeterincce çalışma yapmayan sanat tarihçileri ve eleştirmenler mi? Aralarında bunu yapmaya çalışan varsa bile, üzülerek belirteyim ki, onların yazıları ya derrgi sayfaları arasında kalmıştır, ya da kitaplarını çıkartabildiyseler, bu kitaplar depolarda beklemektedir. Ancak son yıllarda bazı özel kuruluşların sanatçı monografileri yayınladıklarıını görüyoruz; ne ki bu santçıların seçimi söz konusu kuruluşların koleksiyonlarına göre yapılmakta ve çoğunlukl empresyonizm sonrası ya da ekspresyonizm sonrası “popüler” diyeceğim ressamların kataloglarını hedef almaktadır. Bunun, sözünü ettiğim “çağdaş sanat üretimi”nin kuramsal altyapısı ile hiçbir ilgisi yoktur.
Yoksa, felsefi, estetik, kuramsal eğitimi zayıf olan sanat eğitimi kurumları mı bunun sorumlusu? Esasen böyle bir bilimsel ve kuramsal altyaının kurulması için Türkiye’de hiçbir araştırmacıya olanak verilmemeiştir. Bu da bizi resmi sanat politikasının durumuna getirir ki, “çağdaş saanat” yani sürekli gelişim içinde olan, düşünsel altyapısı olan ve bu ülkenin sineması, tiyatrosu, müziği, yazını ile birlikte ÇAĞDAŞ KÜLTÜR KİMLİĞİ’ni temsil eden sanat, bugüne kadar hükümetlerin sanat politikası içinde yer almamıştır. Bundan sonra ne olacağını bilemeyiz! Alanlara heykel dikmek, arada sırada resim yarışması açmak, başkentte bürokratik bienal düzenlemek, bizim sözünü ettiğimiz durumun yanıtı değildir.
Görüldüğü gibi sorunlar çok yönlüdür ve sanat pazarı, bunların içinde en önemsizidir. Özgür ve bağımsız olarak üretmek isteyen çağdaş sanatçı, yazgısını, bu karmaşık ve bilinçsiz sanat pazarına bağlayamaz; onun amaçları bu pazarın ölçütlerinin çok üstündedir. Çağdaş sanatçı, ülkenin kültür politikası içinde ve “düşünürler”i arasında bir an önce yerini almalıdır.
BM Çağdaş Sanat Merkezi’nin –ki bu merkez yalnız benim varlığımla değil, bu merkezin ilkelerine inanan sanatçılar, sanat düşünürler ve sanat severler ile varolmaktadır- önünde çok çetin bir yol var., çünkü bütün bu sorunları düşünerek, bilerek, çözümler arayarak yürümeye çalışıyor. BM Çağdaş Sanat Merkezi’ne bu sayfalarda sesini duyurma olanağı verdiği için Anons’a çok teşekkür ederim.